TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner'in SEDEFED 7. Rekabet Kongresi "Büyüme, İnovasyon ve Rekabet Gücü" Toplantısı Açılış Konuşması

 

Hepimizin izlediği ve gözlemlediği üzere, dünya ekonomisi çok zor bir dönemden geçmekte. Avro Alanı’nda geç ve kısıtlı önlemlerle bir türlü çözülemeyen borç krizi, her gün yeni tehditler ve sorunlar yaratırken, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki zayıf toparlanma süreci son çeyrekteki %2,5 oranındaki büyümeye karşın dünya ekonomisi açısından çok önemli bir problem oluşturmakta.
 
Özellikle, gelişmiş ekonomiler kapsamındaki ekonomik sorunlar, dünya genelinde 2011 yılını kayıp bir yıl haline getirirken, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın son günlerde ifade ettiği gibi, cesur ve ortak çabalarla müdahale sağlanmazsa, gelecek 10 yılı da kayıp yıllar arasına eklenmesi riskine neden olmaktalar.
 
Dünya ekonomisinin yeterince büyüyemediği ve bu daralmanın yükünün, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan piyasa ekonomilerine kaydığı bir yapıda, elbette, ikinci grup ülkeler arasında rekabetin, özellikle gelişmiş ekonomiler pazarının daralması nedeniyle, giderek yoğunlaşması kaçınılmaz. Zaten, 2008-2009 küresel finansal krizinin ardından, birçok ülkenin bir tür kur ve ticaret savaşı başlatması, ekonomiler arası rekabette artan bu yoğunlaşmanın belirgin bir işareti. 
 
Gerek ihracat pazarlarındaki daralmanın, gerekse kriz sonrası artan küresel likiditenin etkisiyle, krizden çıkış sürecinde hızla artan cari açık sorunu, ülkemizde de, rekabet gücünün makro politikalar özellikle de döviz kurları yoluyla desteklenmesi yönünde görüşler oluşturdu. Ancak, hepimizin bildiği üzere, Türkiye, 21 Şubat 2001 tarihinden beri Türk Lirası’nı dalgalanmaya bırakmış durumda. Bu nedenle, dalgalı kur rejiminden vazgeçmeden doğrudan müdahalelerle, rekabetçi bir ekonomi için döviz kurlarını yönetmek imkansız.
 
Daha dolaylı bir yolu tercih edip, diğer makroekonomik politika araçları, özellikle para politikası araçları yoluyla, kur seviyeleri üzerinde kontrol kurmaya çalıştığımızda ise, karşımıza ekonomi kuramında açıkça ifadesini bulan sorunlar çıkmakta…
 
Türkçe’ye imkansız üçleme olarak çevrilen, impossible trinity hipotezine göre, eğer bir ülkede sermaye hareketleri serbest ise ve faiz oranlarının kontrol edilebildiği aktif/bağımsız para politikası izleniyorsa, o ülkede döviz kurlarının seviyesine ilişkin bir politika yürütmek imkansızdır. Bu imkansızlığı hem döviz kurlarının seviyesini belirlemeye yönelik politikalar izlemek, hem de dolayısıyla, döviz kuru seviyesine dayalı politikalar geliştirmek çerçevesinde algılamak gerekmektedir. 
 
Döviz kurunu kontrol etmenin mümkün olduğunun varsayılması halinde dahi, tüm dünyada, özellikle Türkiye ekonomisi için en önemli dış pazar niteliğine sahip AB ülkelerinde ekonomik toparlanma kalıcı bir yapıya kavuşmadan, Türk Lirası’nın nominal kur hareketleriyle, dış talebe destek olması çok olası gözükmemektedir. 
 
Bu durum, içinde bulunduğumuz yeni dönemde, sadece kriz dönemleriyle kısıtlı olarak da görülmemelidir. Özellikle son on yılda, dünya işbölümündeki değişim, dünya üretiminin büyük bir bölümünü, işgücü faktörü açısından bolluk içinde olan sanayileşme yolundaki ülkelerin oluşturduğu küresel bir üretim ağına kaydırmış durumdadır. Sanayileşmiş ülkeler ise, bu üretim ağına sermaye, teknoloji ve bilgi sağlarken diğer yandan ağın yönetimini sağlamaktadırlar. 
 
Nüfusları giderek yaşlanan, işgücü ve sosyal devlet maliyetleri artan sanayileşmiş ülkelerin üreticileri için bu oldukça yerinde bir işbölümü olarak gözükmekte. Sanayileşme yolundaki ülkeler için de bu seçenek uygun gözükmekte, çünkü ekonomiye dahil edilememiş işgücü orduları bırakın ekonomiyi toplumu tehdit ediyor ve ülkeler küresel ekonomiyle bütünleşme ihtiyacı içindeler.
 
Böylesi bir yapıda, ister küresel üretim ağının bir üretim noktası olmayı tercih edelim, ister daha yüksek bir hedef koyarak bu ağı yönetenler arasına katılmayı planlayalım, makroekonomik politika araçlarıyla bunu başarmamız oldukça zor gözükmekte. Rekabetçi kur tartışmasını aşıp bir an önce temel sorunlara eğilmemiz gerekiyor. Bu da rekabet gücü için öncelikle sanayileşmeyi ve küresel değer zincirinde daha yüksek seviyeleri hedefleyen mikro reformlara olan ihtiyacımızı ortaya koyuyor. TÜSİAD olarak bugüne kadar birçok defalar dile getirdiğimiz ve en son Orta Vadeli Program’da yansımalarını görmekten memnun olduğumuz bu reform alanlarının başlıcalarını, mali disiplinin sürekliliği, yatırım ortamının iyileştirilmesi, vergi mevzuatının gözden geçirilmesi, kayıtdışı ile mücadele, girişimciliğin ve KOBİ’lerin desteklenmesi, enerji piyasasının liberalizasyonu ve işgücü piyasasında esneklik ve güvenlik olarak burada tekrarlamakta fayda görüyorum.
 
Şüphesiz, bu tür temel rekabet gücünü iyileştirici tedbirler dışında, dünya pazarlarındaki rekabet üstünlüğü yarışında, bilim, teknoloji ve teknolojik inovasyondaki üstünlük belirleyiciğini korumaktadır. Bu nedenle, bilim ve teknolojiyi ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürmek için inovasyon yetkinliğimizin gelişmesini öncelikli bir konu olarak görüyoruz. İnovasyonda yetkinleşilmesi, rekabet gücü artışıyla beraber ekonomik büyümeye de katkıda bulunacaktır. 
 
Ülkemiz, toplam ihracat içerisindeki orta ve ileri teknolojili ürünlerin payını muhakkak artırmalıdır. Bilindiği gibi, 2011-2014 yılları için hazırlanan Sanayi Stratejisi Belgesi’nin de ana hedefi “Orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmak” şeklinde belirlenmiştir.  Yine aynı belgede, “yüksek teknolojili sektörlerin ekonomideki ağırlığının arttırılması, geleneksel sektörlerimizde daha yüksek katma değerli bir yapıya geçilmesi”, Türkiye’nin sanayi stratejisinin temel alanı olarak vurgulanmıştır. 
 
Ar-Ge’ye ayrılan kaynakların artışı bakımından ülkemizde son yıllarda olumlu gelişmeler yaşandığını biliyoruz. Ancak Ar-Ge’nin ticari getirisi yani bir anlamda inovasyon bakımından hala gelişmiş ülkeler arasında maalesef arzu ettiğimiz seviyede değiliz. Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı Küresel Rekabet Raporu’ndaki verilere göre Türkiye pazar büyüklüğü açısından 142 ülke içerisinde 17. sırada yer alırken, rekabetçilik açısından 59. sırada yer almıştır. İnovasyon açısından rekabetçiliğe bakıldığında ise ancak 69. sırada kendine yer bulabilmiştir. Bu saydığım sıralamalar, ülkemiz ekonomisinin büyüklüğü ve inovasyon kapasitesi arasında maalesef bir uyumsuzluk olduğunu gösteriyor.
 
Radikal yenilikler yaratabilecek Ar-Ge yatırımlarının, geri dönüşü uzun vadeli olan ve risk taşıyan yatırımlar olduğu malumdur. Artık küresel pazarda rekabet edebilecek ürünleri geliştirebilmek için gereken teknoloji ve inovasyon faaliyetleri, firmaların tek başına, salt kendi imkanlarıyla yönetebilecekleri bir seviyenin ötesine geçmiş durumda. Gerek uluslararası platformda gerekse yurtiçindeki bilgi ve risk paylaşımını mümkün kılacak ortaklıklar üzerine yoğunlaşmalı, ‘açık inovasyon’ kavramını daha etkili bir şekilde kullanmalıyız. AB ülkeleri rekabet gücünü kaybetmemek için birlikte hareket ederek çerçeve programları başta olmak üzere çeşitli ortak araştırma politikaları ve bu doğrultuda ortak teknoloji üretim platformları oluşturdu. Bu faaliyetler için ortak fon kaynakları yarattılar. Ülkemizin bu ortaklıklarda daha aktif bir şekilde yer alması çok önemli bir bilgi ve risk paylaşımı fırsatını bize getirecektir.
 
Ülkemizde teknoloji ve inovasyon ortamının geliştirilmesi yolunda, rekabet öncesi işbirliklerinin artırılması,  teknoloji geliştirme bölgelerinin hem akademiyle hem de firmalar arasında işbirliğini etkinleştirmesi, Ar-Ge teşvik mekanizmalarının daha verimli nasıl kullanılabileceği gibi konuların da geniş katılımlı bir ortamda değerlendirilmesi gerekiyor. Ar-Ge yatırım oranını hızla artırırken diğer yandan teknik altyapıdan hukuki altyapıya kadar geniş bir alanda kamu özel sektör işbirliği çerçevesinde yenilikçi adımlar atabilmeliyiz.
 
Ancak, tüm bunlar, çok daha önemli ve uzun vadeli bir meselenin gerisinde kalmaktadır. Bu mesele, Türkiye ekonomisinin beşeri sermayesidir. Tüm ülkeler için geçerli olan temel tespit ülkemiz için de geçerlidir. İnsan sermayesini, dünya ekonomileriyle rekabet edebilecek niteliğe yükseltmeden hiçbir ülkenin uluslararası rekabette etkin bir katılımcı olması mümkün değildir. Bu nedenle, Orta Vadeli Program’da beşeri sermayeyle ilgili sosyal gelişme eksenlerinde ifade edilen hedeflere, en az ekonomik eksenlerdeki kadar çaba harcanması ve titizlikle takip edilmesi gereklidir.
 
Sözlerime dünya ile rekabette çok önemli bir avantaj şansı yakaladığımız bir dönemde olduğumuza ve hep birlikte gayret göstermemiz halinde bu fırsatı büyük bir başarıya dönüştürebileceğimize olan inancımı ifade ederek son vermek istiyorum ve sizleri saygıyla selamlıyorum.