TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner'in "Görüş" dergisinin Ekim sayısında yayınlanan "1999–2010 Kesintisiz Demokratikleşme Süreci Yeni Anayasaya Ulaşacak mı?" Başlıklı Makalesi

 

Türkiye demokratikleşme sürecinin sık kesintiye uğratıldığı, dolayısıyla demokratikleşme taleplerini besleyen unsurların zayıfladığı ve hatta köreldiği bir konumdan AB Helsinki Zirvesi süreci ile sıyrılmış ve bu kısır döngüyü kırmıştır. Bu dönüşten bugüne 10 yıl geçmiş durumda. Türkiye, özellikle 90’lı yıllarda yitirdiği demokratikleşme ve refah toplumu dinamiğini AB üyelik perspektifinde canlandırmış, somutlaştırmış ve bu yönde başarılı bir ön hazırlık dönemini tamamlamıştır.

Geride bıraktığımız referandum dönemi ise bu demokratikleşme süreci bağlamında yeni ve çok önemli bir evrenin işaretçisi olarak karşımıza çıkıyor. Çok önemli diye tanımlıyorum çünkü referandum öncesindeki siyasi üslup ve kamplaştırma çabalarını bir tarafa bırakırsak, referandumun sonucu, hem evet diyenler hem de hayır diyenler açısından geniş bir sorumluluk alanı yarattı, bir yerde her kesim kendini bu sorumluluk alanına bağladı. Bu sorumluluk alanı, seçmenleri de, STK’ları da, siyasi partileri de bağlıyor. Nedir bu sorumluluk alanı?

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının önünde, ilk defa kendi talepleri çerçevesinde, kendilerine ait ve sivil bir anlayış ile yeni bir Anayasa yapabileceği bir perspektif bulunmaktadır; bu sonuca ulaşmanın gerektirdiği söylem ve eylemler işte bu sorumluluk alanını tanımlıyor.

Türkiye geçtiğimiz 10 yıl boyunca demokratikleşme sürecinin önemli ve zaman içinde hassasiyet kazanmış konularını tartışma fırsatı bulmuştur. AB Kopenhag siyasi kriterlerine uyum anlayışı ile başlayan süreçte yaklaşık 10 adet demokratikleşme paketi devreye girmiştir. Sürecin tümünün iyi yönetildiğini iddia etmek herhalde mümkün değildir; Kopenhag Siyasi Kriterleri perspektifi zaman zaman bulanıklaşmış, tartışmaların düzeyi arzu edilen düzeyin altında kalmış, kişiselleşmiş, çoğulcu anlayış çoğunlukçu anlayış ile karışmış, karıştırılmıştır. Güçlerin ayrılığı ilkesi güçlerin üstünlüğü tartışmasına dönüşebilmiştir. Halen adil yargılanma süreci ile ilgili toplum vicdanını zorlayan gelişmeler olduğunu görüyoruz. Geçen sene bu aralar gündeme gelen, adı 1-2 ay içinde birkaç kez değişen Kürt açılımının içinde somut bir unsur olmadığı iddia edilmiştir. Son referandum ise yine paketin içeriğinden çok siyasi kamplaşmaya ve çekişmeye sahne olmuştur.

Her şeye rağmen, birkaç adım geri atıp son 10 yıla baktığımızda;
1- AB uyum sürecinin, örselenmiş içsel dinamikleri demokratikleşme yönünde harekete geçirmede ve demokrasi açığını kapamada önemli bir rol oynadığını öncelikli olarak tespit etmek gerekir.

2- AB uyum sürecinin, aynı anlayışla ve konjönktürel dalgalanmalara aldırış etmeden ekonomik kriterler ve mevzuat uyumunda da devam ettirilmesinin “rekabetçi piyasa ekonomisi” açığının kapatılmasına ve yönetişim anlayışına belirgin katkı sağlayacağı açıktır.

3- Tüm haklı eleştirilere rağmen, elde edilen ivmenin, eğer mevcut yeni anayasa atmosferi iyi kullanılırsa, Türkiye’yi süratle ileri demokrasiler arasına sokabilmesinin ve 10 yıllık mücadelenin tarihi bir başarı öyküsüne dönüşebilmesinin mümkün olabileceğini tespit etmek gerekir. Aksi durumun yaratacağı vasati dengeyi / dengesizliği ise artık değerlendirmek istemiyoruz.

Bu atmosferin değeri konusunda bir oydaşmanın, bir fikir birliğinin olduğu varsayımıyla hemen yeni Anayasanın süreçlerini, evrelerini konuşmamız gerekiyor. Yeni Anayasa süreci, STK’lar ve akademik kapasitenin tartışmaları ile mi başlar ve sonra TBMM’ye uzanır, yoksa TBMM çalışır ve bir aşamasında sivil topluma ve akademiye mi ulaşır? Yeni Anayasa, her durumda yeni meclis tarafından hayata geçirilecek ise ve bu şansı bir daha yakalamak artık çok güç ise, niye yüksek baraj ve geri kalmış siyasi partiler yasasını hemen değiştirmiyoruz? Böyle bir partiler üstü ortak yaklaşım yeni Anayasa sürecini ve uzlaşma ortamını güçlendirmez mi? Bunların süratle değerlendirebilmesi mümkün.

Önemli olan, “yeni”, “sivil” ve “bize ait” bir Anayasa yapma heyecanını yitirmemek ve miyopik çekişmelere mahal vermeden bu heyecanı 21. yüzyıla yakışır, hatta “örnek” nitelikte bir Anayasa hazırlamaya odaklanmak olmalıdır. Bu heyecan hiç şüphesiz toplumumuzun arzu ettiği huzurun ve refahın ayrılmaz parçası niteliğindedir.

Bu sürece kurumumuz her türlü dolaylı ve dolaysız katkıyı elbette sağlayacaktır. Görüş’ün bu sayısında bu heyecanın önemli ipuçlarını bulacaksınız.
 

Bu kategoriden diğerleri: