TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Dinçer'in Basın Toplantısı Konuşması

Değerli Basın Mensupları,
 
Öncelikle TÜSİAD Yönetim Kurulu ve şahsım adına, toplantımıza katılım nezaketi gösterdiğiniz için sizlere çok teşekkür ederim.
 
Geçtiğimiz haftalarda, bildiğiniz gibi, Sayın Muharrem YILMAZ, şirketi ile ilgili medyada yer alan haberleri gerekçe göstererek, bunların TÜSİAD’a muhtemel zarar vermesini engellemek amacıyla TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. 
 
Yönetim Kurulu adına, huzurlarınızda bir kez daha, başarıyla sürdürdüğü Başkanlık görevi dolayısıyla, Sayın Muharrem YILMAZ’ı hem kutluyoruz, hem de teşekkürlerimizi sunuyoruz.  
 
Elbette TÜSİAD’ın ve iş dünyamızın saygın bir üyesi olarak, Sayın YILMAZ, bundan sonra, tecrübelerinden, bilgi birikiminden, hem Yönetim Kurulu olarak, hem kurum olarak istifade etmemizi sağlayacaktır. Bundan hiçbirimizin şüphesi yoktur.
 
TÜSİAD Yönetim Kurulu, 10 Haziran tarihli olağanüstü toplantısında boşalan Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine bendenizi seçmiştir. Şahsıma gösterdikleri teveccüh ve güvenden dolayı tüm Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarıma huzurlarınızda teşekkürlerimi sunmak isterim. 
 
TÜSİAD’da sekiz yıldır Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapıyorum ve bunun dört yılında Başkan Yardımcılığı görevini üstlendim. Şimdi de Yönetim Kurulu Başkanı olarak onurla bu görevi üstlenmiş durumdayım.
 
TÜSİAD’da görev değişiklikleri medyada yoğun bir şekilde yer alıyor. Esasında, zannedildiğinden, düşünüldüğünden çok daha kolay olur bu değişiklikler… Çünkü TÜSİAD son derece köklü, 43 yıllık kurumsal kültüre sahip bir kurumdur. Gönüllülük esasıyla çalışan çok değerli üyeleri var. Dolayısıyla yönetim makamlarına gelişler esasında bir bayrak yarışı niteliğinde olur. Bizler sonunda kurumun, misyonun, saygın amaçları doğrultusunda, ülkeye karşı görevlerini yerine getirmek isteyen ve TÜSİAD için gönüllü olarak çalışan, iş dünyası mensuplarıyız. 
 
Hepimiz, doğaldır ki, görevlerimizi en iyi şekilde yerine getirmek için çalışıyoruz ve sonra da görevimiz bittiği zaman da, aynen bir bayrak yarışında olduğu gibi, bayrağı bir sonraki değerli üyemize teslim ediyoruz. 

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Asıl görevimiz olan ve bugün gündemimize girmeden önce, yani ekonomik ve sosyal yaşamla ilgili iş dünyasının görüşlerini sizlerle paylaşmadan önce, sözlerime, tüm konuların ve Türkiye gündeminin ortasında kapkara bir delik gibi duran bir unsurla başlamak istiyorum. Bahsettiğim bu kara delik, ülkedeki tüm vizyon önerilerini, çoksesliliği, diyalog arayışlarını ve tüm iyi niyetli çabaları yok eden toplumsal kutuplaşma… 
 
Türkiye gündemi, son yıllarda artan ve etkisini ağır bir şekilde hepimizin, toplumun tüm kesimleri üzerinde hissettiren bir toplumsal kutuplaşmaya maalesef yenik düşmüştür. 
 
İçinde bulunduğumuz bu ağır kutuplaşma, görüşlerin, politikaların, eleştirilerin duyulabilmesini engelliyor ve muhtemel uzlaşma olanaklarını da tamamen ortadan kaldırıyor. 
 
Dikkat ederseniz kimse kimsenin ne anlatmaya ve hangi mesajı vermeye çalıştığına akıl yormuyor. 
 
Çok acıdır, bir görüş ifade edildiğinde, bu görüşün içeriğinden değil, bu görüşü kimin söylediği üzerinden eleştiriler geliyor. 
 
Yani ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakılıyor. 
 
Herhangi bir konuda taraf olunduğunda, bir doğru bulunduğunda herkes kendi doğrusuna sımsıkı sarılıyor ve ikinci bir görüşü, bir alternatif görüşü asla kabul edilmez ve dinlenmeye dahi tahammül edilemez olarak görüyor. Tabi siyasetin bu ayrıştırıcı söylemi de malum, bu kutuplaşmayı daha da keskin hale getiriyor. 
Yani teorik olarak baktığınız zaman, Türkiye’de bir demokratik düzen var, ama bu düzenden yeterince faydalanamıyoruz; çünkü alternatif görüşler ortaya konulamıyor ve esasında siyasal ve toplumsal yaşamımızı zenginleştirici bu alternatif görüşlerden ülkemiz demokrasisi faydalanamıyor.  
 
Tabi güncel siyaset konuşuluyor, ülkenin temel konuları üzerine böyle bir ortamda eğilinemiyor. Çünkü kurumlar arasında sağlıklı ilişkiler de oluşturulamıyor. Esasında bakacak olursanız, kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, bir taraftan üniversiteler, akademisyenler,  düşünce kuruluşları, hepsi de bu ağır kutuplaşmadan nasibini alıyor… 
 
Varsa yoksa bu ülkede, bir seçimden diğer seçime günlük siyaseti ve ilk seçimde herkesin oy oranını maksimize etmek için neler yapması gerektiklerini konuşuyoruz. Bu kutuplaşmanın bizlere dayattığı cepheye de gitmezsek, bu da, oldukça zor gözüküyor.

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Doğaldır ki bu durumdan son derecede üzgünüz, kaygılıyız… 
 
TÜSİAD’ın yeni başkanına, bilhassa son dönemlerde, “Sizin hükümetle ilişkiniz nasıl olacak?” gibi bir garip soru sorulmaya başlandı… Bunu tabi Türkiye’deki ağır kutuplaşmanın bir yansıması olarak değerlendiriyoruz. Ülkemiz ekonomisinin, demokrasisinin, sosyal yapısının güçlenmesi söz konusuysa; TÜSİAD’ın veya herhangi bir STK’nın iktidarla, muhalefetle veya herhangi bir STK’yla kırılma-küsme gibi bir lüksü yoktur, olamaz. Tabi ki, her hükümetle olduğu gibi bu hükümetle de en iyi, en verimli, en akışkan şekilde ilişkiyi kurmamız gerekir; Öyle yaptık bugüne kadar, bundan sonra da böyle yapmaya devam edeceğiz. Çünkü Türkiye’nin en saygın sivil toplum kuruluşlarından olan TÜSİAD’ın misyonu çok bellidir: 
sivil toplum alanında iş dünyasını temsil etmek, 
Türkiye’de piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarını güçlendirmek, 
ülkemizin demokratik standartlarını malum Kopenhag Kriterleri seviyesine çekebilmek ve 
hukuk devleti anlayışını da yine bu ülkede sağlamlaştırmaktır. 
 
Bu ana gaye çerçevesinde TÜSİAD’da bugüne kadar çalıştık. Bundan sonra da böyle çalışacağız. Görüşlerimizi büyük bir açıklıkla kamuoyuyla paylaştık. Bazen görüşlerimiz tamamlayıcı bir görev oldu, bazen ülkenin önünde ufuk açıcı nitelikte söylemlerimiz, politika önerilerimiz oldu. Bazen de önemli toplumsal tartışmalarda bir katalizör görevi üstlendik. Neticede tüm bunlar tüm çalışmalarımızdan ülkemizin yararlı çıkacağını düşündük. Böyle bir misyonumuz var. 
 
Bu arada, çok tehlikeli gördüğümüz bu ağır kutuplaşma nedeniyle, TÜSİAD’ın bir ideolojik kamplaşmanın bir tarafı, bir dönemsel akımın, hele hele bir siyasi partinin taraftarı haline gelmesine de asla izin vermedik, bundan sonra da vermeyeceğiz… 
 
Biz her halükarda kurumun organlarından süzülerek gelen görüşleri, - malum çok değerli uzmanlarımız, çalışma gruplarımız, komisyonlarımız var - akademik tutarlılıklarını da test ederek oluşturuyoruz. Şeffaf bir şekilde bunları kamuoyuyla paylaşıyoruz ve çağdaş Türkiye’nin geleceği için çalışmaya devam ediyoruz ve aynı zamanda da Türkiye’yi dünyada en iyi şekilde temsil ettik, bundan sonra etmeye de devam edeceğiz. 
 
Tabi, demokrasilerde farklı görüşlerin olması çok doğal. Siyasal-ideolojik tartışmalar kutuplaşmaya, kamplaşmaya imkan vermemeli diye düşünüyoruz. Öncelikle hükümetlerden ve siyasi partilerden beklentimiz; farklılaşan bu görüşleri bir zenginlik olarak değerlendirmeleri, tahammül etmeleri, empati kurmaları, zaman zaman özeleştiri yapmaları ve esasında dönemsel bir olgu olarak gördüğümüz, en azından öyle olduğunu dilediğimiz bu ağır kutuplaşmanın bir halkası haline de kimsenin gelmemesini özellikle diliyoruz. 
 
Biz TÜSİAD olarak bu konuda da sorumluluk almaya hazırız. Esasında tüm sivil toplum kuruluşlarının toplumu, merkezinde hukuk devleti, refah toplumu, temel hak ve özgürlükler gibi ortak bir paydada buluşturmasının, bu ağır kutuplaşmayı yenmede önemli bir faktör olacağını düşünüyoruz. 

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Ben konuşmamım bundan sonrasını ikiye ayırmak istiyorum: Bundan sonra Türkiye’nin önündeki temel meselelerle ilgili TÜSİAD görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha sonra da başta belirttiğim bu ağır kutuplaşma durumundan nasıl çıkarız konusuna eğilerek sizlerle pozitif senaryoyu paylaşmak istiyorum. 
Türkiye artık oldukça büyük. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri. Aynı zamanda dünyaya entegre, açık bir ekonomi. Küresel krizden ağır bir şekilde etkilendi, ama hızla toparlandı ve bugün itibariyle artık konjonktürel olmasa da, yapısal olarak küresel gelişmelere daha hassas bir halde bulunuyoruz. 
Bunun basit ve sıklıkla dile getirdiğimiz bir nedeni var; Türkiye’de iç tasarruflar, Türkiye’nin yatırım ihtiyacını karşılayamıyor... 
 
Yüzde 5 civarında bir büyüme için, yapılan hesaplar gösteriyor ki, Türkiye’de milli gelirin yaklaşık yüzde 20-22’si kadar bir yatırım yapılması gerekiyor. Ancak iç tasarruf oranlarımız son yıllarda henüz yüzde 13-14 seviyelerinde. 
 
Zaten aradaki fark da cari işlemler açığını oluşturuyor. Aslında öngörülebilir bir gelecekte, Türkiye’nin cari işlemler açığını finanse etmesi için, yüzde 5 büyüyebilmesi için, milli gelirin yüzde 7’si kadar bir dış kaynağa ihtiyacı var. Bu dış kaynağı bulabilirsek yüzde 5 civarında büyüyebileceğiz, eğer dış kaynağı bulamazsak maalesef Türkiye yüzde 2-3 civarında büyüyecek ki, bunu da sosyal olarak sürdürülebilir görmüyoruz. 
 
Dolayısıyla küresel toparlanma ve bilhassa kalıcı küresel toparlanma, Türkiye açısından kritik öneme sahip… 
 
Son günlerde gelen küresel veriler, üç-beş yıl öncesine, hatta geçen seneye göre çok daha olumlu. Buradaki soru işareti, bu gelen verilerin, değerlendirmelerin kalıcı olup olmaması. Eğer bu değerlendirmeler kalıcı ise Türkiye için iyi haberdir. Eğer kalıcı değil ise, yine inişli-çıkışlı bir döneme giriyorsak, tabi Türkiye’nin ve ekonomiyi yöneten aktörlerin hepsinin çok daha dikkatli olması gerekiyor. 
 
Bizim burada görüşümüz, küresel toparlanmanın kırılgan olduğu yönündedir.
 
Bunun da nedeni çok basittir. Küresel krize neden olan risklerin hiçbirisi ortadan kalkmamıştır. G20 toplantılarında bu riskleri ortadan kaldırmaya yönelik çok çalışma yapılmıştır, ama somut bir sonuç alınamamıştır.
 
“Nedir bunlar?” diye sorulacak olursa: Öncelikle, küresel yönetişimde koordinasyon sağlanamamıştır. Serbest ticarete yönelik engellerden, korumacı politikalardan en büyük devletler bile henüz vazgeçmemiştir. Son 6-7 senedir AB bankacılık sektörünün zafiyetleri sorgulanıyor, konuşuluyor. Bunlar ile ilgili somut bir adım atılamamış, yeniden yapılanma sağlanamamıştır. Sonuç olarak da küresel finansal mimari yeniden tasarlanamamıştır. Tüm bu konularda G20 ülkeleri ortak bir tutum ve duruş belirleyememişlerdir. Dolayısıyla küresel krizin nedenleri de bu nedenle ortadan kalkmamıştır. 
 
Türkiye ölçeğinde gelişen bir piyasa ekonomisi, böylesi bir kırılgan küresel arka planda… 
 
Bizce şu an en dikkat edilmesi gereken alan kamu maliyesidir. Kamu maliyesinde son derecede sağlam durmamız gerekiyor.
 
Geçtiğimiz orta vadeli programlarda kamu maliyesinde önemli hedefler konuldu ve bunlar büyük ölçüde başarıldı. 
 
Bu arada yanlış anlaşılmasın, Türkiye’nin kamu maliyesi uygulamaları, sonuçları, son 10 yılda çok iyi bir noktadadır. Cari açık ne kadar olumsuz bir faktörse kamu maliyesi göstergeleri, kamu borcunun milli gelire oranı, bütçe açığının milli gelire oranı gibi göstergelerde Türkiye iyi bir performans çizmektedir.  
 
Biz sadece ileriye yönelik olarak kamu maliyesindeki bu disiplinin bozulmamasını özellikle diliyoruz, Orta Vadeli Program’da buna önem veriyoruz. 
 
Biraz önce tasarruflar ve tasarrufların düşüklüğüne değindik. Bu tabii daha yapısal bir konu. Kamu maliyesi kadar rahat çözebileceğiniz bir konu değil. Er geç çözülmesi gereken bir konu. 
 
Türkiye’de tasarruf iki yönden olumsuz etkileniyor. Biri bireylerin tasarrufları konusu… Ama esasında büyükçe bölümü şirketlerin katma değerinin düşük olmasından ileri geliyor. Bunu da göz ardı etmemiz lazım. Tasarruf etmeyenler sadece bireyler değil. Sadece bu nedenden dolayı ülkede tasarruf açığı var demek, bu tespiti yapmak yanlıştır. Şirketlerimiz yeterince katma değer yaratamıyor. Şirketlerimiz yüksek teknolojili, yüksek katma değerli üretim yapamıyor. Şirketlerimizin markaları dünya ölçeğinde yeterince güçlü değil. 
 
Şimdi böyle bir resimde, böyle bir küresel arka planda, Türkiye orta vadede yüzde beş ve daha üzeri bir büyümeyi nasıl sağlayacak? Esasında temel soru budur… 
Türkiye’nin makro ekonomik çerçevede yapabilecekleri, seçenekleri sınırlıdır: Bağımsız merkez bankacılığı. Çok önemlidir. Bunu sürdürmemiz gerekiyor. Bir taraftan da biraz önce ifade ettiğim kamu maliyesindeki disiplindir. Bilhassa harcama disiplinine odaklanmış bir kamu maliyesi politikası… 
 
Mikro ekonomi, mikro reformlar alanında yapacaklarımız çok daha düşük. Zaman zaman çeşitli toplum kesimlerinden de, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında da, hükümetten de bu yönde tespitler görüyorsunuz. 
 
Türkiye’de eğitim önemli bir sorun. Yetişkinlerin ortalama eğitim süresi sadece altı buçuk yıl ve esasında bu altı buçuk yılın da önemli bir nitelik sorunu var.  
Bir başka önemli sorun, mikro reforma konu olacak bir konu da, kadınların iş gücüne katılma konusudur. Her üç kadından sadece birisi işgücüne katılıyor ve iş gücüne katılanlardan da, her dördünden bir tanesi ancak istihdam ediliyor. Böyle bir nüfus profiliyle, böyle bir nüfus yapısıyla, kalıcı hızlı bir kalkınma beklemek hedeflemek oldukça güç.  
 
Tabi Türkiye’de mikro ekonomik alanda yapılması gerekenler burada bitmiyor. Vergi politikaları var. Vergi uygulamaları var. Kayıt dışı ile mücadele var. Fikri mülkiyet haklarında düzenlemeler var. Enerji piyasasının liberalleşmesi konuları var. Esnek istihdam konuları var. Uzun bir listemiz var. 
 
Bu arada bu vesileyle, Türkiye’nin son günlerde gündeminde olan vergi affına da kısaca değinmek istiyorum, çünkü bu da esasında yapmamız gereken mikro reformlar ile ilgili. 
 
Dünyada çok çeşitli ülkelerde bu yönde vergi afları görüyoruz. Biz rakamlara baktık. Son on beş yılda Türkiye’de tam 8 vergi affı gündeme gelmiş ve uygulanmış. Bu aflar aslında bir arızi konu olmaktan çıkmış, belli bir istikrar kazanmaya başlamış. 
 
Tabi kısa dönemli baktığınız zaman, hükümetin veya bizlerin penceresinden baktığınız zaman, bu aflar hazineye bir kaynak sağlıyor. Mahkemelerde vergi dairelerinde bekleyen bu problemli dosyaların durmamasını sağlıyor. Esasında tahsil edilemeyecek bazı vergilerin de bu vesile ile tahsil edilmesini sağlıyor. . Ama orta vadede ve uzun vadede aflardan sonra ne oluyor diye baktığınız zaman, vergi kaybı, vergi kaçağı aynı şekilde tekrardan oluşuyor. Kayıt dışı ekonomide bir daralma olmuyor. Hatta teşvik eder nitelikte oluyor. Ve aslında vergi bilinci ve ahlakında erozyonlar gerçekleşiyor. Mükellefler her seferinde yeni bir af beklentisine giriyorlar. O aflar aynı zamanda kayıtdışılığı da özendiriyor.  
 
Şu da bir gerçek, çok saygın şirketlerimizin vergi daireleri ile vergi mahkemeleriyle bile çok önemli sorunları mevcut. Çünkü sebeplerini ortadan kaldırmıyor bu aflar… Ve onların penceresinden baktığınız zaman esasında bu aflar gerekli, ama bizim penceremizden baktığınız zaman sonuçlarla değil sebeplerle uğraşmalıyız. Bu sorunlu dosyaları oluşturan, bu dosyaları bu cezaları uygulanamaz ölçülere ulaştıran, uzlaşma süreçlerini bir şekilde etkili ve şeffaf yapamayan sistemle uğraşmamız lazım. 
 
Dolayısıyla biz bu aflarla ilerlemek yerine, sistemde sorun birikimini azaltacak ve mevcut sistemin etkinliğini arttıracak vergi reformu yapmanın çok daha doğru ve etkili bir yaklaşım ve tercih olduğunu düşünüyoruz. 

 
Değerli Medya Mensupları,
 
Bu arada çok kısaca sizlere hepinizi çok yakından ilgilendiren yine çok önemli Türkiye’nin yapısal problemlerinden birisine değinmek istiyorum. Bu temel sorunumuz da hukuk sistemimiz. Bu tüm yapısal problemlerin en üstünde hepimizi yakından ilgilendiriyor. Hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği konuları… Bu elbette bizleri ilgilendiriyor, ama aynı zamanda ülkemizin itibarı açısından da son derece önemli bir konu.  Türkiye’nin tüm toplum kesimlerinde, tüm bireylerinde hukuk sistemine olan güvenin son aylarda son yıllarda azaldığını söylemek herhalde yanlış olmayacak. 
 
Esasında muhalefetiyle, iktidarıyla, demokratik kurumlarıyla, tüm kesimler bu alanda hukuk ve yargı alanında bir reform ihtiyacını hissediyor, ancak somut bir adım atılamıyor, gündelik hukuk krizlerine özel tartışmalara indirgeniyor. Hukuk sistemi tartışmaları veya Anayasa tartışmalarının bir parçası oluyor. 
 
Bu hiçbir şekilde kabul edilebilir bir durum değildir. 
 
Hukuk sistemi bir siyasi tartışmanın, bir seçim propagandasının, bir iç çekişmenin unsuru olmamalıdır, olamaz.
 
Hukuk ve yargı alanında çok ciddi bir reform ihtiyacımız var.  
 
Buradan kısaca çözüm sürecine değinmek istiyorum. Herşeyden önce olağanüstü cesaretli bir girişim olarak değerlendiriyoruz. Biz TÜSİAD olarak bu girişime, çözüm sürecine başından beri destek verdik. Şiddetsizlik ortamının başarıyla elde edilmesi hemen sonrasında, sürecin ekonomik ayağına sahip çıktık. Kamuoyunda ve üyelerimiz arasında farkındalık yaratabilmek için bölgeye seyahatler düzenledik. Ortak yatırım alanları araştırdık, ortak girişimler için model ve zemin arayışları yaptık. Hala bu çalışmalarımız sürüyor. 
 
Bir de ekonometrik çalışma yaptık. Bölge ekonomisinde, barışın kalıcı olması halinde ve de bu bölgenin Türkiye’ye entegre olması halinde, Türkiye’nin büyüme hızına yaklaşık bir puan ek bir artış getirebileceğini hesapladık. Dolayısıyla potansiyel kazanımlarımız çok yüksek. 
 
Tabii sürece yönelik çok farklı eleştiriler var… Benim de var şahsen. Yeterince şeffaf değil diyoruz. Yeterince somut adımlar atılmıyor diyoruz. Ve yeterince iyi, hızlı ilerlemiyor, ne oluyor bitiyor kimse bilmiyor diyoruz ve muhalefet çözüm sürecine dahil değil diyoruz. 
 
Fakat bunları bir kenara bırakırsak, esasında sürecin bir doğal ilerleme dinamiği olduğunu da kabul etmek gerekir. Ve esas olan ve asıl olan şiddetsizlik ortamının yarattığı huzur ortamının, birarada yaşama kararlılığının, değerinin iyi bilinmesinin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. 
 
Çözüm süreci sonunda bir matematik denklem değil, bu yola çıkacaksınız ve sorunu yolda konuşarak, diyalogla tüm alternatifleri değerlendirerek çözeceksiniz ve mesafe kat edeceksiniz...
 
 Tabi bu süreç aynı zamanda kısa dönemli bir siyaset oyunu da değil. Tüm partilerimizin sahip çıkması gereken bir toplumsal barış projesi olması halinde bu süreç ilerleyecek. Bunun da farkındayız. Ama yine de gelinen bu aşamayı hiç de azımsanacak bir düzey olarak görüyoruz. 

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Çevre ülkelerde durum yavaş yavaş çığırından çıkmaya doğru gidiyor. 
 
Suriye’de bir barış umudu kalmamışken, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından, Maliki yönetimi maalesef ülkede istikrarı koruyamadı ve yönetim boşluğunu hem Suriye’de, hem Irak’ta radikal unsurlar doldurmaya başladı. 
 
Sınırlar belirsizleşirken, her iki ülkenin de topraklarında insanlık dışı uygulamalar var. Bir tek güvenli bölge anladığımız kadarıyla Kuzey Irak’taki Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bölgesi... 
 
Üzülerek müşahede ediyoruz ki, Ortadoğu bir etnik ve mezhepsel gerilim fırtınasının içine girmiş durumda. 
 
Bu arada Musul’da yaşanan rehin alma olaylarını son derece kaygı verici buluyoruz ve Başkonsolosumuz, konsolosluk çalışanlarımız ve tüm vatandaşlarımızın bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyoruz.
 
Ortadoğu’da belli ki bundan sonraki dönem oldukça uzun sürecek bir yeniden yapılanma dönemi olacak. Bu dönem aynı zamanda ağır sancıların yaşandığı bir dönem olacak. Türkiye, böylesi bir ortamda, hem insani bakımdan, hem de bölgesel ve stratejik yükümlülükleri bakımından, gelişmelere hiçbir şekilde kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır da zaten… 
 
Çevre ülkelerdeki bu olağanüstü dönemin, olağanüstü güvenlik sorununun, iç siyasetteki gerginliği arttırıcı bir unsur olmamasını diliyoruz. Türkiye, müttefikleriyle birlikte hareket etmeli, müttefiklerine yön vermeli, bölgede barış ve istikrarın tekrar oluşması için çaba göstermelidir. 
 
Kısaca AB konusundaki değerlendirmemizi de sizlerle paylaşmak isterim. 
 
Bildiğiniz gibi yıllardır TÜSİAD açısından çağdaşlaşma hedefi AB üyelik perspektifidir. 
 
AB esasında yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için; siyasi reformlar, demokrasi, sosyal politikalar, mikro reformlar açısından çok önemli bir referans noktasıdır. 
Ancak bildiğiniz üzere, son dönemlerde AB süreci hem Brüksel’de, hem Türkiye’de önemli bir motivasyon kaybına uğramıştır. Bunun nedenleri bellidir. Avrupa’daki kriz bu süreci olumsuz etkilemiştir.  Seçimler sonucunda gelen bazı liderlerin tutumları ve bu tutumlara Türkiye’den verilen reaksiyonlar, bunların hepsi olumsuz etkilemiştir. Ama biz bu problemlerin dönemsel olduğunu düşünüyoruz. 
 
Örneğin, bu sürecin önündeki en önemli engellerden biri olan Kıbrıs konusunun çözümü konusunda önemli bir aşamaya gelindiğini düşünüyoruz, Bu yıl sonuna kadar Kıbrıs sorununun çözülebileceğini, çözüme en azından yakın olduğumuzu düşünüyoruz. 
 
Bu konuyla ilgili bir diğer başlık da, 1 Temmuz’da göreve başlayacak olan İtalya’nın dönem başkanlığı… İtalya’nın dönem başkanlığı döneminde, yargı ve temel hak ve özgürlükler alanında 23 ve 24. Fasılların açılmasıyla, AB uyum sürecinin de muazzam bir ivme kazanabileceğini düşünüyoruz.
 
AB uyumunu hızlandırmış bir Türkiye, hem küresel kriz ile çok daha mücadele edebilecek, bölgede çok daha rahat barış ve istikrar sağlayabilecek, siyasi istikrarına güç kazandıracak. Toplumsal uzlaşma için, başta belirttiğimiz toplumsal kutuplaşma sorunu ile ilgili olarak, Avrupa Birliği uyum süreci yeniden katalizör görevi görmeye başlayacak. 
 
AB uyum süreci ile ilgili çok önemli bir gelişme de var. Bildiğiniz üzere, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTYO) müzakereleri Temmuz 2013’de ABD ve AB arasında başladı. Bir tarafta ABD, bir tarafta 96’dan bu yana Gümrük Birliği anlaşmasını yürüttüğümüz, aynı zamanda üyelik sürecini yürüttüğümüz Avrupa Birliği sürecin tarafı. Her iki tarafla da yakın ilişkilerimiz var. Aynı zamanda güvenlik tarafında da var. Böyle bir müzakerenin Türkiye dışında kalamaz düşüncesindeyiz. Sadece izleme komitelerinde değil, tam tamına bu müzakerelerin merkezinde yer alması gerektiğini düşünüyoruz. Bu kabul edilmez bir durumdur. Bizim bu konuyla ilgili Brüksel ve Washington’da çalışmalarımız var. Bu çalışmalara aynı hızla ve heyecanla devam edeceğiz.  

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, hem iç-dış ekonomik gelişmeler, hem çevre ülkelerdeki siyasi istikrarsızlıklar, hem makro ve mikro alanda Türkiye’nin yapması gerekenler, hem de AB üyelik süreci ile ilgili kısa kısa değerlendirmeler yaptım.
 
Ancak konuşmamın başında belirttiğim ağır toplumsal kutuplaşma ortamı, bu yaptığımız tespitleri - ki bunların bazıları fırsat, bazıları sorundur – bunların sadece bir tespit kümesi halinde kalması riskini taşıyor. Önemli reformların hayata geçmesi için kapsamlı tartışmalar gerekiyor. Bazı reform alanlarında önemli yüzleşmeler gerekiyor. Bu ortam, bu kutuplaşma tüm bunları engelleyecek potansiyele sahiptir. 
 
Konuşamazsak, empati yapamazsak, diyalog ortamı yaratamazsak bu yükler, bu tespitler ve sorunlar üzerimizde sürekli kalacak ve fırsatlardan da yararlanamayacağız. 
 
Sözün özü bu kutuplaşmayı azaltmak ve ihmal edilebilir bir düzeye indirmek hepimizin görevidir, en fazla kafa yormamız gereken alandır. 
 
Onun için başta siyasi aktörler olmak üzere, tüm sivil toplum kuruluşlarının, her toplum kesiminin bu alanda empati yapması, “uzlaşma için uzlaşma” anlayışı ile bu kısır döngüyü kırması gerekir. 
 
Bu kendi haline bırakılacak ve kendi kendine çözülebilecek bir sorun değildir. 
 
Biz önümüzdeki aylarda yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu ağır kutuplaşmayı çözme anlamında bir fırsat, bir umut olarak görüyoruz. 
 
Halk tarafından seçilecek yeni Cumhurbaşkanının birinci görevi, kim olursa olsun, partiler-üstü bir anlayışla toplumda oluşmuş olan ağır kutuplaşmayı azaltacak “uzlaşmacı ve uzlaştırmacı” bir tutum benimsemek olmalıdır diye düşünüyoruz. 
 
Yine Türkiye’yi bölen nitelikte ve bir sivil anayasa yapamamamızın önündeki en önemli engellerden olan, kimlik konusu, din ve vicdan özgürlükleri ile ilgili konular, devletin organları arasındaki denge-kontrol mekanizmaları konularındaki uzlaşma konusunda cumhurbaşkanının çok önemli bir rol oynayacağını düşünüyoruz. Siz, ‘bunlar cumhurbaşkanının doğal görevleridir’ diyebilirsiniz, ama biz yine de bunun bir vesile olmasını, bir fırsat olmasını, yeni bir sayfa açmak için önemli bir fırsat olabileceğini düşünüyoruz. Yeni cumhurbaşkanı bu toplumda yeniden kardeşlik, “biz olma” duygusunu yeşertebilecek, toplumun farklı kesimleri ile diyalog kuracak ve bunları ortak bir paydada buluşturabilecektir ümidini taşıyoruz. 
 
Toplumsal kutuplaşmanın azaltılabildiği bir ortamda inanıyoruz ki, Türkiye önünde bekleyen yapısal reformları hızla hayata geçirebilecek, küresel rekabet gücünü artıracak, AB uyum sürecini hızlandıracak, bölgemizde barış, özgürlük, refah ve güvenlik referansı olan bir ülke olabilecek ve sağlanan şiddetsizlik ortamının da kalıcı bir barış ortamına dönmesini mümkün kılacak. 
 
Biz de TÜSİAD olarak önümüzdeki dönemde, bu pozitif senaryoyu ulaşılabilir bir senaryo olarak görüyoruz. Bütün kaynaklarımızla, bütün gücümüzle bu senaryonun gerçekleşmesi için çalışacağımızı kamuoyuna ilan ediyoruz. 

 
Değerli Basın Mensupları,
 
Beni dinlediğiniz için sizlere teşekkür ederim.