TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz'ın “44. Genel Kurul" Açılış Konuşması

Sayın Başkan, Saygıdeğer Divan, Değerli Üyeler, Değerli Basın Mensupları,

 

TÜSİAD'ın 44. Genel Kurulu'na hoşgeldiniz. Şahsım ve Yönetim Kurulu adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.

 

Genel Kurul toplantımız vesilesiyle siz değerli üyelerimize faaliyetlerimizle ilgili bilgi vermek ve küresel gelişmelerin ışığında, siyasal, ekonomik ve sosyal olaylara ilişkin değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Çözüm süreci ile ilgili tartışmaları, bölgesel sarsıntıları, Gezi olaylarını, Yeni Anayasa çalışmalarının sonuçsuz kalmasını, hala süren, yolsuzluk ve hukuksuzluk iddialarıyla çerçevelenmiş siyasi depremi düşündüğümüzde, 2013'ün ağır gündemini ve yüklü miktarda sorunu yeni yıla devrettiğini söyleyebiliriz.

 

2014 yılında gerçekleşecek yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, 2015 yılındaki genel seçimlerin, ülkemizi sürekli bir siyasi kampanya ikliminde tutacak olması da bu dönemi belirleyecek dikkat etmemiz gereken en önemli husustur. 

 

Bütün bu seçimlerin Cumhuriyet'in yüzüncü yılına doğru AB üyeliği, çözüm süreci, yeni Anayasa gibi konuları sonuçlandırarak Türkiye'nin geleceğine şekil verecek siyasi kadroları belirleyeceğini de unutmamak gerekir.

 

Değerli üyeler,

 

Türkiye, dünyada 17. sıraya gelmiş ekonomisi, 80 milyona yaklaşan nüfusu,  kritik coğrafi konumu ve içinde yer aldığı ittifak ağları ile belki de dünyadaki gelişmelerden en fazla etkilenen, en açık ülkelerden birisi. Bu nedenle, Türkiye'yi dünyadan bağımsız değerlendirmek mümkün değil.

 

Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu düzende, dizginlenemez bir küreselleşmenin tüm dünyayı sardığına, tüm zihinlere egemen olduğuna şahit olduk.

 

Ancak, 11 Eylül sonrası gelişmeler, Irak'ın işgali, 2008 büyük resesyonu bu tabloyu değiştirdi. 

 

Krizin beşinci yılı biterken dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Hem ekonomik olarak, hem de stratejik açıdan, yeni düzenin ve güç ilişkilerinin ipuçlarını, artık daha net seçebiliyoruz.

 

ABD'nin, bu yeni düzenin merkezinde yer alırken, artık daha sınırlı imkânlar ve daha sınırlı ihtiraslar çerçevesinde hareket ettiğini görüyoruz. Geçmişe göre dünyanın Asya dışındaki tüm bölgelerine mesafeli yaklaşırken, kolay kolay askeri maceralara girmeyeceğini de sürekli vurguluyor.

 

Diğer yandan Rusya, kendi yakın çevresindeki gelişmelere müdahil olurken, pek çok bölgesel denklemin içerisine de kendisini ortak olarak kabul ettirmeyi başardı.

 

Asya'da ise, Çin'in Japonya ve diğer komşularıyla arasındaki gerginlik unsurlarının sayısı artmakta…

 

Avrupa Birliği, sorunları nedeniyle, çok içe kapanık da olsa, dünya siyasetinde, gerek kendi kurumsal kimliği, gerekse önemli üyeleri aracılığıyla, İran nükleer programı meselesinde yaptığı gibi, çözümü kolaylaştıran bir unsur olabiliyor.

 

Uluslararası sistem, var olan kurumları yeniden tanımlayarak kendisini yapılandırmaya, kurallarını yerleştirmeye başlıyor.

 

Birleşmiş Milletler'in işlevselliği ve etkinliği sorgulanıyor. 

 

IMF ve Dünya Bankası, geçirdikleri sarsıntılardan sonra, kurum olarak kendilerini yeniliyorlar.

 

Ekonomik krizden sorumlu görülen finans sektörü, beş yıl önceye göre her yerde daha fazla denetim ve gözetim altında.

 

Küreselleşme sürerken, hem ekonomik hem de siyasal stratejik anlamlar taşıyan, bölgesel ticaret ve yatırım alanları şekillenmeye başlıyor.

 

Birbiri ardına yayımlanan raporlarda, eğitim sistemlerinin, yeni dönemin teknolojisiyle uyumlu olması gereğinin altı her yerde çiziliyor.

 

ABD dahil olmak üzere, matematik ve temel bilimlerde, 21. Yüzyılın standartlarına uygun eğitim veremeyen ülkelerin, ileride büyük sıkıntılar çekecekleri dile getiriliyor. Ciddi ülkelerin hemen hemen tamamı, bu konuda hamleler yapıyor.

 

İnovasyon konusu, ülkelerin ekonomik gündemlerinin en başında yer alıyor.

 

Tüm ülkeler, gelişmişi ve yükseleniyle yeni dönemin dinamiklerini, değerlerini, gerekliliklerini anlayarak, bir yandan bunlara uyum sağlarken, bir yandan da bu yeni dönemin çizgilerini belirlemeye çalışıyorlar.

 

Değerli üyeler,

 

İşte, ekonomik ve stratejik olarak, dünyanın yeni çerçevesinin çizildiği böyle bir ortamda, Türkiye kendisini tüketen, şiddetli, yıkıcı ve kazananı olmayacak bir kavgayla, enerjisini harcamakta...

 

Gözleri kör eden bu kavganın temelinde, hukuk devleti, güçler ayrımı, temiz siyaset gibi vazgeçilmez demokratik kavramlar konusundaki zaaflarımızın yattığı açıkken, bu meseleye sistemi, kurumları alt üst ederek çözüm bulmaya çalışmanın doğru olmadığını düşünüyoruz.

 

Diğer yandan, devletin güvenlikle ilgili kurumlarında yaşananlardan sonra, bu kurumların daha önce nasıl işlediğini, bundan böyle nasıl işleyeceğini, sorgulamadan da edemiyoruz.

 

Emniyet güçleri ve yargı içerisinde varlığı ortaya çıkan gruplaşmaları ve bu gruplaşmaların örgütlü niteliğini, devletin kurumsallığı açısından kabul edilemez buluyoruz.

 

Siyaset dışı örgütlenmelerin, devlet kurumları aracılığıyla siyaseti etkilemeye çalışması, hepimizi tedirgin ediyor.

 

Birbiri ardına hazırlanan bir takım kanunlar, bizi tereddüte düşürüyor.  

 

İnternette özgürlük sınırlarını düzenleyen kanun tasarısının, iletişim özgürlüğü üzerine, kara bir bulut gibi çökeceği görüşü hayli yaygın. Torba Tasarı, internette sansür uygulamalarını artıracak nitelikte bir düzenlemeye doğru yöneliyor.

 

Bilgi toplumu olma hedefiyle, hoşumuza gitmeyen her alanı ani yasaklarla kısıtlamak anlayışı birlikte var olamaz.

 

Bu düzenleme hazırlığının bir an önce, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tanımladığı, ifade özgürlüğü kriterlerini içeren, AB standartlarında bir yapıyla değiştirilmesi gerektiğine kuvvetle inanıyoruz.

 

Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu'nu düzenleyen yeni kanun teklifinden de, büyük rahatsızlık duyuyoruz.

 

Hem 1982 Anayasası'na ilişkin, hem de 2010 Anayasa değişikliğinde sakıncalarına işaret ettiğimiz, HSYK modelini bugün bir kez daha değiştiren gündemdeki kanun teklifi, son günlerde izlediğimiz çatışmayı, yürütmenin yargı üzerindeki etkisini biraz daha artırarak aşmaya çalışmaktadır.

 

Böylelikle, kanun teklifi, bağımsızlığı zaten tartışmalı olan HSYK yapısına, yeni sorunlar ilave etmektedir.

 

Çözüm, yargı bağımsızlığı veya tarafsızlığını gerçekten sağlayacak ve Kopenhag kriterlerine uygun bir anayasal reformda yatmaktadır.

 

Bu iki örnek tek başına yeterli olabilecekken, bunların üzerine bir de, ülkenin Başbakanı dahil tüm vatandaşlarının mahremiyetlerinin kolayca ihlal edilebildiğini, insanların keyfi suçlamalara maruz kalabilecekleri, adil yargılanma hakkından kolayca mahrum edilebilecekleri inancının yerleşik hale geldiğini, Türkiye'nin ağır yolsuzluk iddialarının üstesinden hukuk yoluyla gelemeyen bir ülke olarak anılmaya başlandığını ekleyiniz, düşününüz…

 

Böyle bir algının, böyle bir tablonun, dostlarımızın ve Türkiye ile ilgilenen yatırımcıların zihninde, "Türkiye hangi dünyaya ait" tarzında bir soru oluşturmasını sizler kabul edebilir misiniz?

Bu algıyla birlikte, Türkiye'nin kalkınması, dünya sisteminde prestijli bir ülke olması için sarf ettiğimiz tüm gayretler boşa çıkmış olmayacak mı?

 

Bugün aslında, demokrasi ve hukuk devleti yolundaki eksik adımlarımızın sıkıntısını yaşıyoruz.

Sıkıntı, erkler arasında önemli bir çatışma ve çekişmeye dönüşmüş durumda.

 

Bu çekişmeyi erklerin birbirleri üzerindeki etkilerini artırarak çözemeyiz.

 

Böyle bir anlayış, bizi yeni sorunlara götürecektir.

 

Gerçek bir hukuk devleti yolunda çözümün, konjonktürel ve tepkisel adımlarda değil, çağdaş, evrensel kabul görmüş normlarda, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını, gerçekten sağlayacak bir anayasal reformda olduğu çağrısını tekrarlamak istiyorum.

 

 

Değerli üyeler, Değerli Konuklar,

 

Hukukun üstünlüğüne riayet edilmeyen, yargı mekanizması AB normlarında çalışmayan, düzenleyici kurumlarının bağımsızlığına gölge düşen, vergi cezaları veya başka tür cezalarla şirketler üzerinde baskı kurulan, ihale yasası onlarca kez değiştirilen… Böyle bir ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir.

 

Son yıllarda artan refahımızı, yurt dışından kaynak aktararak tasarruf açığımızı kapatabilmemize, yatırım sermayesi çekebilmemize borçluyduk. Bu cazibemizi yitirdiğimizde, refah düzeyimizin gerilemesi riskiyle karşı karşıya kalacağız.

 

Refah düzeyi düşmeye başlayan bir toplumda, sorunların soğukkanlı bir şekilde çözülmesi ihtimali de ger geçen gün zayıflayacaktır.

 

Devlet ile toplum arasında veya toplumsal katmanların kendi aralarında mutabakat sağlayabilecek ortak paydaları üretmek, giderek zorlaşır, çatışmalar artar.

 

Farklı ton ve dozlarda da olsa, yaşanmakta olan siyasal, toplumsal ve kültürel kutuplaşmalar, giderek hepimizin aklını ve gönlünü esir alır ve toplumdaki 'biz' duygusu zedelenir, parçalanır.

 

Tüm bu toplumsal sorunları aşabilmemizin yolu, kısa dönemde siyasi mutabakattan, orta ve uzun dönemde ise toplumsal zihniyet değişimiyle birlikte, yeni bir toplumsal mutabakat tesis etmekten geçiyor.

 

Biz, TÜSİAD olarak, Cumhuriyet'in kuruluş harcında bulunan değerleri, bugünün şartlarında hayata geçirmek, yani Batı uygarlığı içinde yer alarak, ülkemizin refahını artırmak, hak ve özgürlükleri hukuk devletince koruma altına alınmış eşit vatandaşlardan oluşan, huzurlu ve bütünleşmiş bir toplum olmak arzusundayız.

 

Ülkemizin, 'ama'sız, şerhsiz, istisnasız işleyen ve batı standartlarını esas alan, demokratik kurallara göre yönetilmesini istiyoruz, bekliyoruz.

 

Ekonomimizin, eşitlikçi ve kapsayıcı biçimde, bölgesel kalkınmışlık farklarını azaltacak şekilde, nitelikli işler ve yatırımlarla büyümesini, bu sürecin eğitim kalitesi ve artan inovasyon kapasitesi ile desteklenmesini, bağımsız düzenleyici kurumların denetlediği piyasalarda, hukuk güvenliğinin ve şeffaflık ilkelerinin gözetilmesini istiyoruz.

 

Dış politikamızın, duygusallıktan uzak, dünya gerçeklerini dikkate alan bir zemine oturması gerektiğini düşünüyoruz.

 

Geçenlerde yaptığı bir konuşmada, Sayın Başbakan’ın da Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e atıfta bulunarak çizdiği tablonun geçerliliğine yürekten inanıyoruz.

 

Sayın Başbakan'ın kendi ifadesiyle, "devletlerin ilişkileri, intikam, nefret, öfke hissiyle yürümez. İşte bunu en iyi bilenlerden bir tanesi de, Gazi Mustafa Kemal'di".

 

Batılı "devletleri en iyi tanıyan, Mustafa Kemal, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra, işte bütün bu devletlerle, barışa, dostluğa, işbirliğine dayalı bir süreci başlattı...  Onlara kin tutmadı... İntikam hissiyle yaklaşmadı".

 

İki büyük savaştan çıktıktan sonra, Atatürk, komşularına ve batı dünyasına bu şekilde bakabiliyorsa, bugün bizler bu anlayış ve tutuma çok daha yakın olmalıyız.

 

Çağın gereklerine, günün şartlarına göre, yeniden şekillendirilse bile, burada temel ilkenin çatışma zemininden uzak, komşularla barışık, batı dünyası ile bütünleşmiş, dengeli bir dış politika benimsemek olduğunu vurgulamak istiyoruz.

 

Toplumumuzda, bu doğrultularda düşünenlerin, çoğunlukta olduğunu da görüyoruz, buna inanıyoruz.

 

Ancak bu temel hedefler, gündelik politikanın diline çatışmacı ve ayrıştırıcı bir biçimde tercüme edilince, gerçekte var olan güçlü mutabakat noktalarımız, gözden kaçıyor.

 

Oysa başka türlüsü de mümkün!

 

Toplumun önüne yeni bir mutabakatın, ilkelerini, yeni bir "biz" tahayyülünün ipuçlarını koymak; insanların kalbine geleceğe güven duygusunu yerleştirmek de mümkün.

 

Bunun için, sadece siyaset sahnesinin değil, tüm toplumun demokratikleşmesi, sisteme ve adalete güveni tesis edecek adımların atılması, hoşgörünün genişletilmesi, gündelik hayata ve dile sinmiş nefret söylemlerinin reddedilmesi, kadının gündelik hayattaki rolünün genişletilmesi gerekiyor.

 

Bu ilkelerin üzerinde yükselen bir toplumsal dönüşümü başlatmak mecburiyetindeyiz.

 

Siyaseti, hukuku, eğitimi yeniden yapılandırarak bir zihniyet değişimine kapı açmalı ve bu kapıyı sürekli açık tutacak yeni bir anayasa hazırlamalıyız.

 

Değerli üyeler,

 

Endişelerimizi destekleyecek ne kadar olgu varsa, umudumuzu muhafaza edebilmek için de bir o kadar gerekçemiz var.

 

Geleceğin Türkiye'sini dünyaya açık, demokratik ve özgürlükçü değerleri benimsemiş, katılımcı demokrasiyi özümsemiş bireylerin kuracağına inanıyoruz.

 

Yeni nesillerin, bu değerleri büyük ölçüde benimsediğini, başta Gezi Parkı süreci olmak üzere, birçok vesile ile görme fırsatını elde ettik.

 

Yapılan eleştiriler, ortaya konan talepler, bu gelişim çizgisinin görmezden gelinerek veya yasaklanarak, durdurulamayacağını bize kuvvetle göstermektedir.

 

Türkiye'nin AB üyeliği hedefini paylaşan herkesin, bu bakış açısını teyit edeceği kanaatindeyiz.

 

Aramızdaki tüm sorunlara, Türkiye'ye gösterilen tüm samimiyetsiz yaklaşımlara, hükümetin süreci uzun sure boşlamasına rağmen, AB üyeliğine verilen yüksek düzeydeki desteğin, bize çok net bir mesaj verdiği kanısındayım.

 

Türkiye'de AB üyeliğine olumsuz bakanların oranı, hemen her koşulda yüzde 28-30 civarını geçemiyor. Bu seviyeyi aşamıyor. Buna karşılık AB üyeliğini destekleyenlerin oranı ise yüzde 48 ile 70 arasında. Bu güçlü destek, toplumumuzun özlemleri, hedefleri ve kendisine uygun gördüğü gelecek hakkında, aklımızda hiç bir tereddüde yer bırakmıyor.

 

Öte yandan, Türkiye ekonomisi artık 850 milyar dolarlık dışa açık bir büyük piyasa ekonomisidir.

 

Sektörel ve bölgesel yapısıyla, yatırım gücüyle, yarattığı istihdamla, yaptığı ihracatla, mali piyasalarının kazandığı derinlikle, güçlü bir ekonomidir. Ve Türkiye ekonomisine hakim olan "rasyonel iktisadi davranışlar" ülkeyi her zaman, uzun dönem değerlerine taşıma gücüne sahiptir.

 

Bu noktada hemen belirtmek isterim ki, 2013-2014 Türkiye ve dünya ekonomisine yönelik TÜSİAD değerlendirme ve tahminlerini sizlere sunduğumuz "Türkiye Ekonomisi 2014" raporunda bulacaksınız…

 

Aynı şekilde, ülkemizin NATO sistemi içinde olmayı seçmiş olması da, ulusal güvenlik ve dış politika açısından yaşanan kısa dönemli çalkantıları dengeleme, sistemi dengeye getirme açısından, önemli bir işlev üstlenmektedir.

 

Son olarak, Türkiye'de her gün biraz daha gelişen sivil toplumun ve kamu vicdanının önemli bir denge unsuru olduğuna inandığımızı da belirtmek istiyorum.

 

Toplum, gelişen iletişim teknolojilerinin ve çeşitlenen mecraların da yardımıyla, kendini daha iyi ifade etme imkanına kavuşmuş durumdadır.

 

Ben burada, tevazu endişesine düşmeksizin, TÜSİAD'ın da çok önemli bir toplumsal görev yerine getirmekte olduğunun, altını çizmekte fayda görüyorum.

 

Ayrıca, iş dünyamızın, bölgesel ve sektörel federasyonlarını bir araya getiren ve 10. yılını dolduran TÜRKONFED'in de bu misyona önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum.

 

 

Değerli Konuklar,

 

Konuşmamı bitirirken, ülkemizin gündeminde olması gereken, 10 öncelikli alanı sizlerle paylaşmak ve bu alandaki beklentilerimizi sıralamak istiyorum.

 

Siz bunu "Nasıl Bir Türkiye Hayal Ediyoruz" diye de dinleyebilirsiniz:

 

(1) Mevcut Siyasi dalgalanmanın ve 2014 yılında gerçekleştirilecek seçimlerin muhtemel ekonomik etkilerini bertaraf ederek yeniden yüksek büyüme patikasına dönülmesi,

 

(2) Yargı bağımsızlığı tartışmasının Kopenhag siyasi kriterleri çerçevesinde çözülmesi,

 

(3) Türkiye'yi terör ve şiddet ortamından kalıcı bir şekilde arındıracak olan "Çözüm Sürecinde" şeffaf, kararlı ve somut adımlar atılması,

 

(4) AB müzakere fasıllarında, başta "yargı ve adalet sistemi" ile ilgili olan 23. ve 24. başlıklar olmak üzere, en az 3-4 yeni başlık açılması,

 

(5) Seçim sisteminin, 2015 yılı Genel Seçimlerinde uygulanmak üzere, çağdaş normlar çerçevesinde gözden geçirilmesi ve özellikle yüzde 10 barajının indirilmesi,

 

(6) Merkez Bankası'nın yüzde 5 olan sene sonu enflasyon hedefini yakalaması,

 

(7) Rekabet gücünün teknoloji ve inovasyon temelli olarak yükselmeye odaklanılması ve bu yönde destekleyici mevzuatın geliştirilmesi,

 

(8) 21. YY becerilerini kazandıracak çağdaş normlar ile şekillendirilmiş uzun erimli eğitim politikalarının yürürlüğe konması,

 

(9) İnternet düzenlemeleri başta olmak üzere, ifade, toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi temel hak ve özgürlüklerin alabildiğince genişletilmesi,

 

(10) İtibarı, sürdürülebilirliği ve refahı gözeten bir dış politika anlayışının benimsenmesi…

 

Gördüğünüz gibi, gündemimiz oluşturan bu başlıkların büyük çoğunluğu demokratik standartlarımızın yükseltilmesi anlamına gelmektedir.

 

Bir çoğulcu ve katılımcı demokrasi talebidir.

 

Değerli üyeler,

Demokratikleşme gündemimizle bağlantılı olarak, merhum Prof. Dr. Bülent Tanör'ü de anmak üzere bugün "Türkiye'de Demokratikleş-me Evreleri Oturumu"nu düzenliyoruz.

 

1990 yılında "Yasalarımız, Haklarımız" el kitabı ile başlayan ve 1997 yılında Tanör'ün "Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri" başlıklı raporu ile ivme kazanan demokratikleşme konusundaki çalışmalarımız 20 yılı aşkın süredir aralıksız devam ediyor.

 

Bugünkü oturumda yaklaşık 150 yıllık bir perspektif içerisinde Türk demokrasisini irdelerken, Sayın Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Sayın Prof. Dr. Zafer Üskül'ün bu çalışmalarımızı da değerlendireceklerini düşünüyorum. Bu vesileyle kendilerine katılımlarından duyduğumuz memnuniyeti ve heyecanı ifade ediyor, ayrıca kıymetli katkılarından dolayı huzurlarınızda çok teşekkür ediyorum.

 

Değerli üyeler, değerli konuklar,

 

Türk demokrasi tarihine katkıda bulunmaktan onurlu, ama kat edilen mesafeden maalesef mutlu değiliz.

 

Bize düşen 43 yıllık birikimimizin bize verdiği imkanlarla, bakış açısıyla, değerlendirme becerisiyle, doğru bildiklerimizi söylemek, uyarılarımızı yapmak, çözüm önerilerimizi gündeme getirmektir.

 

Biz, TÜSİAD olarak, Türk özel sektörü olarak Türkiye'nin dinamosuyuz.

 

Hiçbir kriz, hiçbir güçlük, hiçbir engelleme bu özelliğimizi, bu gücümüzü bizden alamaz.

 

Bu inançla ve bu şevkle girdiğimiz yeni yılın başında, hepinizi saygıyla selamlıyor ve birlikte çalışmaktan onur duyduğum, Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarıma, Komisyon ve Çalışma Gruplarına katılım sağlayan arkadaşlarıma, Genel Sekreterliğimizde ve yurt dışı temsilciliklerimizde çalışmalarıyla bizlere her zaman destek olan, TÜSİAD Personeline ve desteklerini, katkılarını her zaman bizlere hissettiren siz saygıdeğer üyelerimize, şükranlarımı sunuyorum.