TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran-Symes TÜRKONFED’in düzenlediği 20. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’ne katılarak açılış konuşmasını gerçekleştirdi

19 Kas 2016 İlgili Dosya
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran-Symes TÜRKONFED’in düzenlediği 20. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’ne katılarak açılış konuşmasını gerçekleştirdi

TÜRKONFED 20. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi, 18-19 Kasım 2016 tarihlerinde İzmir’de gerçekleştirildi. BASİFED ev sahipliğinde gerçekleştirilen zirvenin açılışında bir konuşma gerçekleştiren TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran-Symes şunları söyledi:

Sayın TÜRKONFED Başkanım, Değerli Başkanlar, Değerli Üyeler, Saygıdeğer Katılımcılar, Değerli Basın Mensupları,

Dün ve bugün, TÜRKONFED’in 20. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’nde, İzmir’de, sizlerle birlikte olmaktan son derece keyif aldığımı belirtmek ,isterim.

TÜSİAD Yönetim Kurulu adına hepinizi sevgi ile selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce, son iki gündür yoğun şekilde tartıştığımız bir konu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

TBMM gündemindeki kanun tasarısına çocuk istismarı ile ilgili eklenmek istenen düzenleme kamuoyunda haklı olarak güçlü bir tepki gördü. Dün TÜSİAD olarak, çocukların cinsel istismarı konusunu mazur görme anlayışının kesinlikle terk edilmesi gerektiğini ifade ettik. Nitekim toplumsal cinsiyet konusunda çalışan çok sayıda sivil toplum örgütü de bu düzenleme ile ilgili ortak kaygılar ifade ettiler.

Getirilme niyeti ne olursa olsun, söz konusu düzenlemenin hukuken ve toplumsal yansıması bakımından yaratacağı tüm sakıncalar etraflıca tartışılmalı, çocuğu koruyan anlayıştan asla taviz verilmemelidir. Erken evlilik, çocuk gelin gibi toplumsal yaraların sarılması yöntemi bu olamaz. "Çocuğun" rızası gibi asla vicdana sığmayacak  mazeretleri akıllara getirecek düzenlemelerden kesinlikle kaçınılmalıdır. Ülkemizde kadın-erkek eşitsizliğinin erken yaşlardan başladığını unutmayalım.

Değerli Konuklar,

İki bambaşka düzlemde evrilen bir dünyada yaşıyoruz. Bir tarafta, her geçen gün daha sofistike olan robotlar, birbiriyle iletişim kurabilen nesneler, giyilebilir teknolojiler, genetik bilimdeki gelişmeler, hatta Mars’ta koloni kurma gibi konular tartışılıyor. Diğer tarafta ise, birbirimizin rengi, inancı, ulusu, cinsiyeti gibi aslında, diğer düzlemde düşündüğümüzde, anlamları belki de değişebilecek konularda birbirimizi yiyoruz. Bu çatışmalarla dolu yapının, bu yeni dijital çağdaki gelişmelere hizmet edemeyeceği, katkı sağlayamayacağı da son derece açık.

İçinde bulunduğumuz durumu düzensizlik çağı, yeni bir Soğuk Savaş, hatta vekâleten savaşlar aracılığıyla yürütülen yeni bir sıcak dünya savaşı olarak gören yaklaşımlar gün geçtikçe çoğalıyor. Rekabetçi ekonomi mantığının sosyal refah mantığıyla yeterince bütünleştirilemediği durumlarda ortaya çıkan krizler, siyaset yelpazesinin sınırlarını genişletse de, genel olarak kimlik siyasetini öne çıkaran popülist akımların güçlenmesine zemin oluşturuyor.

Ekonomik sorunların tetiklediği popülizmin güdümündeki bir kimlik siyaseti de bütünleşmeye değil, daha çok çatışmaya ve ayrışmaya yol açıyor. G-20 ve çok-taraflılık çerçevesinde sorunların küresel işbirliği içinde çözümüne temel oluşturmasını umduğumuz ekonomik konular dahi, karşılıklı yaptırımlar aracılığıyla anlaşmazlıkların silahı haline geldi.

Liberal ilkeler temelinde küreselleşen bir ekonomi, büyüme dönemlerinde tüm dünya için önemli fırsatlar yaratırken, kriz dönemlerinde oluşan zorluklarla baş etme kapasitesinin yeterli olmadığını maalesef gördük. Bunun yarattığı toplumsal ve siyasal tepkiler, sistemin aksayan yönlerinin düzeltilmesi yönünde olabileceği gibi, “kontrolü geri alma”, “yerli ve milli” yaklaşımlarıyla, içe kapanmacı hatta yabancı düşmanı yönünde de olabiliyor. Bu da, sorunları çözmek yerine maalesef yanlış adreslere sevk ediyor.

Son yıllarda, özellikle finansal kriz sonrasında, küreselleşmenin ulusal egemenliğin önüne geçmesine yönelik bir direnç var. Bu sadece hükümetler düzeyinde değil, toplumlar düzeyinde de artıyor. Evet, küreselleşme toplumlara önemli bir refah artışı getirdi, orta sınıfı güçlendirdi… Peki, bugün sadece otoriter devletlerde değil, demokratik devletlerde de, hatta en son BREXIT’te gördüğümüz gibi Avrupa Birliği’nde ve ABD’de de bu karşı çıkışın temelinde ne var? Tüm bu gelişmeler ve bunun yol açacağı değişim, vatandaş olmanın ötesinde, birer iş insanı olarak, bizleri çok yakından ilgilendiriyor.

Oysa, biliyorsunuz, Avrupa Birliği, demokratik ulus devletlerin ötesinde, büyük Alman düşünürü Kant’ın ebedi barış anlayışını kurumsallaştırmaya çalışan bir proje olarak ortaya çıktı. Siyasal bütünleşmesini sağladığı oranda da kapsadığı ve etkilediği topraklarda barışı tesis etme konusunda önemli bir katkı sağladığı da aşikar.

Bu başarıda, Birliğin üzerinde uzlaştığı temel değerlerin, bu değerlerin toplumlara ve bireylere sağladığı hak ve özgürlüklerin, bu değerler üzerine oturmuş temel kurumların da etkisi ve rolü önemli. O yüzden bu değerlerin ve bu kurumların 21. yüzyılın zorluklarına yanıt verecek şekilde devamı çok önemli.

Bu aynı zamanda; Avrupa Birliği temelinde vücut bulan işbirliği iradesi ve bu modelden dünyaya yayılacak sinerji için de geçerli. Ülkemiz açısından ise; hem en önemli ticari partnerimiz olması, hem de demokratik, sosyal ve teknik standartlarımızı yükseltmek için kritik öneme sahiptir.

Bu coğrafyada, son 150 yıldır kararlı bir Avrupa yönelimi mevcuttur, bunun çok da akılcı nedenleri vardır.

Avrupa Birliği’nin; sadece barışın tesisi değil, aynı zamanda küresel sorunlara işbirliği ile çözüm üretme ve sonuca ulaşma açısından da çok önemli bir model olması, bu yapının güçlenerek devamını daha da önemli kılıyor. Yerel değerleri koruyarak küreselleşme için önemli bir deney olan ve kurumsal temelleri 65 yıl önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile atılan AB projesini, geçici olan bazı siyasetçilerinin veya yöneticilerinin yanlış vizyonundan bağımsız olarak, bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor.

Bir ülkenin sadece gelir seviyesinin veya büyüme oranlarının yüksek olması, ciddi altyapı yatırımlarının yapılması o ülkenin toplumunun gelişmişliği ve hatta mutluluğu için yeterli değil. Ülkemiz için referans alırken, sadece gelir seviyesi yüksek ülkeleri almıyoruz. Ülkemiz için referans alacağımız, kendimizi karşılaştıracağımız ülkeler; demokrasisiyle, ekonomisiyle, yarattığı katma değerle ve yaşanabilirliği ve yaşam standartları gelişmişlik gösteren ülkeler olmalıdır.

Tekrar, dünyada yükselen bu tepkilere dönersek; bu tepkilerin temelinde ne yatıyor? Elbette her toplum için tek bir sonuç öne süremeyiz. Her toplumun kendi farklı dinamiğinden kaynaklanan sebepleri de var. Ancak, dünyanın geneline baktığımızda, üzerinde önemle durmamız gereken ana konulardan biri, belki de, bu toplumlarda giderek artan şekilde, adalete inancın azalması ve, özellikle 2008 krizinden sonra sosyo-ekonomik eşitsizliğin artması olabilir.

Biliyorsunuz, artık teknolojinin ve iletişim araçlarının çok hızlı geliştiği bir çağdayız. İnsanlar bilgiye ve birbirlerine anında ulaşabiliyorlar. En baskıcı ve otoriter devletlerin bile, bir noktadan sonra bunun önüne geçmeleri imkansız. Sansürlerin, bilgiye ulaşma konusunda anlamını yitirdiği bir dönem bu.

Bir toplumda adalet duygusu sarsılıyorsa, sistemin toplumun farklı kesimlerine karşı adil işlediğine inanç zayıflıyorsa, gelirin ve fırsatların adil dağılmadığına yönelik kanı giderek artıyorsa, kendini dışlanmış görenler çoğalıyorsa, yeni kuşakların öncekilerden daha iyi yaşayacağına dair umutlar azalıyorsa, hem ekonomik hem de siyasal meşruiyet de gittikçe artan şekilde sorgulanır, toplumlar da buldukları her fırsatta tepkilerini bir şekilde gösterir.

Burada kritik olan husus, bu adaletsizlik ve eşitsizliğe karşı olan tepkilerin nasıl bir siyaset ve politika üreteceği. Bunun, tüm toplumlar için daha adaletli ve eşit bir dünya talebini mi doğuracağı; yoksa aksine, daha fazla düşmanlık, kimlik kutuplaşması, dışlayıcılık ve yine sonunda adaletsiz ve eşitliksiz olan savaşlarla dolu bir dünya mı üreteceği… Bu da dünyadaki tüm liderlere; siyasilere, iş dünyasına, STK’lara karşılaştığımız sorunları anlama ve yeni çözümler üretme konusunda önemli bir sorumluluk veriyor. Enerjimizi neye harcayacağız?

Kullanılan dil, izlenen politikalar, odaklandığımız konular kutuplaşma, kavga ve savaşlar mı olacak yoksa gelişen teknolojiyi özellikle çocuklarımız için daha demokratik, daha refah seviyesi yüksek, daha adil bir dünya için nasıl kullanacağımızı mı tartışacağız? Çünkü biliyoruz ki, teknolojinin inanılmaz bir hızla gelişmesi, geleceğimizin nasıl şekilleneceğini göstermeye yetmiyor. Bu teknolojiyi nasıl kullanacağımız, bizlerin yapacağı tercihler aslında nasıl bir geleceğe sahip olacağımızı gösterecek.

Türk iş dünyası olarak, bulunduğumuz noktayı hiçbir zaman yeterli bulmadık. Her zaman ülkemizin daha fazla kalkınması, daha fazla refah üretmesi, demokrasinin daha güçlü olması için görüşlerimizi her ortamda paylaşıyoruz. Hep daha iyisini talep ediyoruz. Bu tür zor değişim dönemlerinden geçerken en çok dikkat etmemiz gereken, iktisadi kurumlar, demokratik hak ve özgürlükler, rekabet gücümüz, uluslararası zemindeki yerimiz, işbirliklerimiz gibi alanlardaki kazanımlarımızı kaybetmemek.

Değerli Konuklar,

Dün toplantımızda da konuştuk, son dönemde hızlanan ve ardı ardına yaşanan iç ve dış gelişmeler ekonomimiz üzerinde giderek daha büyük etki yaratıyor. Türkiye ekonomisi, öngörülebilirliğin azaldığı, güven ve güvenlikte olağanüstü sıkıntıların yaşandığı bir süreçten geçiyor. Veriler, ekonomik büyümenin ciddi boyutlarda yavaşladığını, işsizliğin uzun zamandır hiç olmadığı kadar yükseldiğini gösteriyor. Son iki haftadır hızlı bir şekilde yükselen döviz kurunun, enflasyon beklentileri ve dolayısıyla uzun vadeli faizler üzerinde yaratacağı olumsuz etkilerden fazlasıyla endişe duyuyoruz. Nitekim dün sizlerin de yorumları bu kaygıları teyit eder nitelikteydi. Aynı zamanda, en önemli ticaret ortağımız olan Avrupa Birliği ile uzun zaman süren ve çeşitli aksamalarla sekteye uğrayan müzakere sürecinin neredeyse kopma noktasına geldiği algısı bizleri ciddi şekilde endişelendiriyor. Sınır ötemizdeki Suriye ve Irak operasyonlarının yarattığı riskler gün geçtikçe büyüyor.

Ekonomi açısından, şu anda güven ve güvenlik en önemli iki temel sorun olarak önümüzde duruyor. Biliyoruz tüm yaşananların etkilerinin reel sektöre yansıması biraz daha zamana yayılıyor. Özellikle, Anadolu’daki firmalarda güven sorunu yaşanıyor ki, güven zinciri ticaret için en önemli konu. Normalleşme için önce güvenin yeniden acilen tesisi gerekiyor. Hep söylüyoruz, güven olmadan ne yatırım, ne harcama, ne de büyüme olması mümkün değil.

Diğer taraftan, aynı anda çeşitli terör örgütleri ile mücadele ediyoruz. Yani, güvenlik açısından da çok zor bir dönemdeyiz. Bu tüm ülke ekonomisini ciddi şekilde etkiliyor. Turizm sektöründeki zararın etkisi, pek çok sektörü ve tüm tedarik zincirini çok ağır şekilde etkilemiş durumda.

Güneydoğu Anadolu bölgemizde insanlarımız ise ülkenin yaşadığı tüm bu zorlukların yanı sıra daha da ağır bir tramva yaşıyorlar. Hem savaşların yaşandığı bu ülkelere coğrafi olarak yakınlığın getirdiği zorlukları; hem de daha 2 yıl öncesine kadar iç barışın tesisi ile reformlardan, bölgede yapılacak yatırımlardan, fırsatlardan, acıları geride bırakıp geleceğe yönelik umudu konuşuyorken, çok ciddi çatışmaları ve bu çatışmaların getirdiği ağır maddi ve manevi yükü çekmek durumunda kaldılar.

Oysa ki biliyorsunuz, o dönemde TÜRKONFED ile birlikte bölgede, Cizre’de, Batman’da Yatırım Danışma Konseyleri topladık, pek çok TÜSİAD üyesini bölgeye götürdük. Bölgeye nasıl yatırımlar yapabileceğimizi konuşuyorduk. Bugünlerin özlemi içimizde.

Evet, hükümetimizin açıkladığı son teşvik paketi çok kapsamlı ve olumlu. Ancak, bölgede güvenlik sağlanmadan, öngörülebilirlik artmadan yatırımların olması çok mümkün görünmüyor. Barış, güven, öngörülebilirlik ve huzur iş insanları için en büyük teşvik.

İyimser bir tablo çizmek kolay değil. Ancak, mesele, buradan ileriye nasıl bakacağımız. Nasıl refah düzeyimizi yükseltecek adımları atarak, asıl gündemimiz olması gereken, teknolojiye, dijital dönüşüme, girişimciliğe, 21.yy becerilerine odaklanacağız?

Aslında 2 yıldır, gündem ne olursa olsun TÜSİAD olarak bu başlıklara odaklanmak için çaba gösterdik, hükümet ile yakın temas içerisinde bu alanlardaki reformlara özel önem verilmesi için çalıştık, sürekli uyardık. Ve gördük ki; aslında Türkiye’de bu alanlarda ciddi bir potansiyel var. Yapısal reformlarını erteleyen ülkelerin, hem ekonomik hem de siyasal anlamda nasıl zorlandığını görüyoruz. Kısa vadeli politikaların sadece geçici çözümler ürettiğini asla unutmamalıyız. Ekonomiyi canlandırmak için kısa vadeli bazı tedbirler alırken, asıl ihtiyacımız olan uzun vadeli reform alanlarını ihmal edemeyiz. Bu dönemde kısa ve uzun vadeli tedbirler elele gitmek zorunda. Güvenlik sorunlarımız son derece büyük, farkındayız ama bu sorunların ne iktisadi alanda ne demokratikleşmede ilerlememizin önüne geçmesine izin vermemeliyiz. Bu tür zor değişim dönemlerinden geçerken en çok dikkat etmemiz gereken, iktisadi kurumlar, demokratik hak ve özgürlükler, rekabet gücümüz, uluslararası zemindeki yerimiz, işbirliklerimiz gibi alanlardaki kazanımlarımızı kaybetmemek. Ne olursa olsun temel hak ve özgürlüklerden, demokrasiden taviz vermeden, refah seviyesi yüksek, sosyal ve ekonomik kalkınmasını başarmış bir ülke olma hedefimizde kararlılıkla ilerlemeliyiz.

Konuşmama son verirken, BASİFED’e ve Sevgili Başkanına bu kapsamlı ve güzel organizasyonda emeği geçen tüm dostlarımıza candan teşekkür ediyorum.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran-Symes