TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz'ın Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı Açılış Konuşması - 20 Eylül 2013 - İstanbul

Yüksek İstişare Konseyi’nin Sayın Başkanı, Saygıdeğer Divan Heyeti, Değerli Konuklar, Kıymetli Medya Mensupları, Değerli Üyelerimiz.

TÜSİAD Yönetim Kurulu adına hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantımıza hoşgeldiniz.

Değerli Konuklar,

Son on yılda, para piyasalarındaki bolluk ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan düşük faizler, yükselmekte olan piyasaların büyümesine önemli katkıda bulundu. Ancak, dünya ekonomisine damgasını vuran bu finansal koşulların, artık değişmekte olduğu bir döneme girdik.

Geride bıraktığımız dönemde, finans piyasalarının tüm dünyaya ve özellikle yükselen piyasalara, fon sağlayabilmelerinin ardında iki etken ve aslında iki balondan bahsetmek gerek: Birincisi, 2008 krizine kadar gelişmiş ülkelerde oluşan finansal balon, ikincisi ise 2008 krizinin ardından, Merkez Bankalarının aşırı gevşek para politikaları ile ortaya çıkan finansal balon. Her ikisinin de sürdürülemeyeceği çok açıktı.

Nitekim Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası FED’den, Haziran ayı başından beri gelen işaretler, bu dönemin yavaş yavaş bitmekte olduğunu gösteriyor. Başta ABD ekonomisi olmak üzere, gelişmiş ülkelerde gözlemlediğimiz toparlanma eğilimi sürerken, onların yaşadığı derin resesyon sırasında büyümelerini sürdüren, bizim gibi ülkelerde de, ekonomik performans zayıfladı. Buna, aynı ölçekte olmasa da, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’i de dahil etmek mümkün.

Bundan sonra, küresel finansman kaynaklarının daha kısıtlı, daha doğru ifade etmek gerekirse, daha gerçekçi olacağı bir düzende yaşayacağız. Nitekim büyüklüğü ve dışa açıklık oranıyla Türkiye ekonomisi de, bu küresel geçiş dönemlerinden önemli ölçüde etkileniyor ve etkilenmeye de devam edecek. Yeni dönemde anlaşılıyor ki, özellikle gelişen piyasa ekonomilerinin tarihi potansiyel büyümelerinden bahsetmek mümkün olmayacak, bu kategorideki tüm ülkelerde, Çin dahil, potansiyel büyüme oranları aşağı doğru revize edilecek.

 İkinci balon döneminin bitişini işaret eden, son 4 ay içindeki finansal dalgalanmayı değerlendirdiğimizde, diğer gelişmekte olan piyasa ekonomilerinin merkez bankaları gibi Merkez Bankamızın da, büyüme ile enflasyon hedefi arasında bir dengeleme politikası benimsemek durumunda kaldığını gözlemliyoruz. Bu süreçte, faiz aracının kullanılmadığını ve kurun da süratle yukarı doğru çıktığını gözlemledik. Bu olağanüstü geçiş dönemlerinde, Merkez Bankalarının işleri gerçekten çok zor ve ister istemez üstlerine ek sorumluluklar geliyor. Bu nedenle kullandıkları araç setleri de genişleyebiliyor.  Fakat bizim açımızdan, bu politika tercihi, ancak ve ancak enflasyon hedefine ulaşıldığı takdirde yerinde olacaktır. Bu balon etkisi geçtikten sonra, önümüzdeki en önemli tehlike enflasyon hedefinin şaşması olacaktır. Dolayısıyla, Merkez Bankası'nın para politikasını, bu çerçevede değerlendirmeye, izlemeye devam edeceğiz.

Değerli Konuklar,


Finansman kısıtı nedeniyle, bu yıl büyümenin, TÜSİAD tahminlerine yakın olarak, yüzde 4 civarında gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Elbette ki bu oran, arzu ettiğimiz performansın altındadır ve biraz önce analiz etmeye çalıştığım küresel makroekonomik gelişmeler ve belirsizlikler, orta dönemli büyüme modelimizin süratle ele alınmasını gerektirmektedir.
 




Düşük büyümenin yönetilmesi gereken önümüzdeki birkaç yılda, büyümenin niteliği çok önemli olacaktır. Kamu maliyesinde dengeleri korumak, fiyat istikrarını önceleyen bir para politikasını güçlendirmek ve kamu harcama verimliliğini artırmak, bu dönemde öncelikli politika alanları olmalıdır. Kamu harcama verimliliği kapsamında, bölgesel kalkınma desteklerinin, istihdam ve Ar-Ge teşviklerinin önemine işaret etmek isterim. Ayrıca, büyümenin sınırlı kalması muhtemel bu dönemde, ücret dışı işgücü maliyetlerini aşağı çekecek çalışmaların sürmesi ve özellikle istihdam üzerinde yeni yüklerin yaratılmaması konusunda hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir alandır.




Türkiye için düşük büyüme yüzde 4’ün altıdır. İhtiyacımız olan, ortalama büyüme hızımızı, finansal balonun sönmeye başladığı bir dönemde yüzde 6’lara çıkarmaktır. Bu büyüme hedefinin tutturulabilmesi için, üç alanda cesur ve kararlı adımların atılması gerekmektedir.

Bunlar arasındaki en önemli politika alanı 10. Kalkınma Planında da öngörüldüğü gibi iç tasarruf oranlarının artırılması ve daha da önemlisi nasıl artırılacağı konusudur. Büyüme oranlarının sürekli olarak yarattığı cari işlemler açığı probleminin, tek kalıcı çözümü, iç tasarruf oranlarının artırılabilmesidir. Mevcut düşük iç tasarruf oranımız dikkate alındığında, bu konu Türkiye ekonomisinin en önemli meselelerinden biri olmaya devam edecektir. Bize göre en az 3 puan artırılması gereken iç tasarruf oranı için, öncelikli reform alanları, kayıt dışı ile mücadele, sosyal güvenlik modelinin güçlendirilmesi, sigorta sisteminin geliştirilmesi ve sermaye piyasası araçlarına erişimin kolaylaştırılmasıdır.

İkinci kritik reform alanı ise, çözüm sürecinin başarıya ulaşmasıdır. Siyaset, kendisinden bekleneni yerine getirdiği sürece, iş dünyası üzerine düşeni yapacak, ülke kalkınması hızlanacak ve bölgede refah artacaktır. Bu sene içerisinde, Cizre’de sunmuş olduğumuz, TÜSİAD çalışmasının da gösterdiği gibi,  Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin kalkınması, ekonomimize sağlayacağı katkıyla, potansiyel büyüme oranımızı 1 puan kadar artıracaktır.


Değerli Konuklar,

Orta uzun vadeli büyümeyi, yüzde 6 seviyelerine getirecek olan üçüncü alan ise, arz yönlü bir dizi yapısal reformdur. Arz yönlü reform alanı aslında hepinizin aşina olduğu ve sürekli dile getirdiği bir alan: enerji sektörü reformlarından, gelir vergisi kanununa; fikri mülkiyet düzenlemelerinden, esnek işgücü uygulamalarına kadar, yaklaşık 50 maddeyi hemen sizlerle paylaşmak mümkün.




Ancak, katma değeri sürdürülebilir bir şekilde artıracak arz yönlü yapısal reform alanının merkezinde, eğitim yer alıyor. Tüm araştırmalar, fen, matematik, mühendislik ve teknoloji alanlarında nitelikli insan gücü yetiştiremeyen ülkelerin, kalkınma sıralamasında gerilere düştüğünü göstermektedir. Eğitimin niteliğinin en önemli göstergeleri olarak bilinen, 15 yaşındaki gençlerin okuma becerilerini, matematik ve fen okuryazarlığını ölçen PİSA testinde ve matematik ve fen bilimlerindeki başarıyı ölçen TIMMS sınavında, Türkiye maalesef uluslararası ortalamaların altında yer almaktadır.

TÜSİAD Yönetim Kurulu olarak, bu konuya büyük önem vermekteyiz. FATİH Projesi kapsamında, bazı eğitim programlarının, ders kitaplarının ve bunların zenginleştirilmiş versiyonlarının, hazırlanması konusunda tamamlayıcı rol almak üzere hazırlık içerisindeyiz. Ayrıca, "Eğitimcilerin eğitimi" ve "Fen, matematik, mühendislikte iyi eğitimli insan gücü" yetiştirilmesi konularına yönelik çalışmalarımızı da sürdürmekteyiz. Uzmanlarımızın yaptığı çalışmalar göstermektedir ki, sadece eğitim alanında atılacak doğru adımlar ile hem potansiyel büyümemizi yarım ile 1.0 puan arası artırabilmek, hem de nitelik olarak geliştirebilmek mümkündür.


Değerli Üyeler,

Bugün, hem sürdürülebilir iktisadi kalkınma, hem de demokratikleşme açısından, ülkemiz için önemli bir referans olduğuna inandığımız, Avrupa Birliği konusuna da özellikle değinmek istiyorum. Türkiye’nin AB yönelimi, Türk iş dünyası için öncelikli bir konudur. 17. yılını doldurduğumuz Gümrük Birliği ve süregiden yasal uyum süreci bağlamında, Türkiye’nin ekonomisi ve toplumsal yaşamı Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bir süredir duraklamış bulunan Avrupa Birliği üyelik sürecini, yeniden hedefe yerleştirmemiz, rayına oturtmamız gerekmektedir.  
 
TÜSİAD olarak, “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” başlıklı 22 numaralı faslın hemen, ardından da “Yargı ve Temel Haklar” başlıklı 23 numaralı ve “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” başlıklı 24 numaralı fasılların müzakereye açılmasını ısrarla talep ediyoruz.

Buradan, AB üyelerine ve yetkililere seslenmek istiyorum. Bu fasılların müzakereye açılmasından kim zarar görebilir? Bu başlıkları kapalı tutmaktan kim ne fayda sağlayabilir?  Bu alanda, gerçekten AB’nin yapıcı ve samimi tutumuna ihtiyacımız var.

Bununla birlikte, AB üyeliği için bir hedef tarihin belirlenmesini de talep ediyoruz, istiyoruz. Türkiye’nin, AB’ye tam üyeliği için en uygun tarihin, müzakereleri 4 ila 5 yıl süreceğini tahmin ettiğimiz Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’nın yürürlük tarihi olabileceğine inanıyoruz.

Brookings Enstitüsü’nde TÜSİAD araştırmacısı olarak, görev yapan Profesör Kemal Kirişci, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması projesinin önemini analiz eden ve ayrıca Türkiye’ye etkilerini değerlendiren bir rapor hazırladı. Bu rapor, Türkiye’nin Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’nın dışında kalmasının, ülkenin ekonomik gelişmesine ve demokratik derinleşmesine sekte vuracağını gösteriyor. Rapor aynı zamanda, Türkiye’nin projenin içinde yer almaması durumunda, ekonomik ve siyasal anlamda batı değerler sisteminin dışına kayacağını vurguluyor. Türkiye’nin, Batının bu yeni entegrasyon projesinin dışında bırakılması kabul edilemez, sürecin her aşamasını iş dünyası olarak yakından takip edeceğiz.


Değerli Üyeler,

Hepimizi derinden etkileyen Arap Baharı’yla yeşermeye başlayan demokrasi umutları maalesef Mısır’da yapılan ve hepimizi hayal kırıklığına uğratan darbeyle büyük yara aldı. Hükümetin verdiği ilkesel tepkiyi, yürekten destekliyoruz. Darbe zehirdir, panzehri ise demokrasidir. Bu bağlamda, bütün bu toplumlara örnek olacak bir demokrasi ve hukuk devleti seviyesine ulaşmamız, onlara verebileceğimiz en önemli destektir.

Arap Baharı’nın rüzgârları Suriye’yi etkilemeye başladığında ise, Türkiye bu sürecin barışçıl bir şekilde yönetilmesi için, çok gayret sarf etti. Fakat ne yazık ki, iç savaş engellenemedi ve kriz bu boyuta vardığında, izlenen siyaset etkili olamadığı gibi Türkiye’nin, savaşın bir tarafı gibi görülmesine de yol açtı. Bugün itibariyle ise, uluslararası toplum, siyasi bir çözüm için somut ilerlemeler kaydetmiştir. Umudumuz, askeri bir müdahale olmaksızın Suriye'de kalıcı bir çözümün sağlanabilmesidir.

Bu alandaki değerlendirmelerime son verirken, Türk dış politikasının, ülkemizi ihtilafların değil çözümün tarafı olarak konumlandıran ve köklü barışçı gelenekleriyle uyumlu bir eksende yönetilmesini bekliyoruz, ümit ediyoruz.


Değerli Üyeler,

Dış politikamızı değerlendirirken, ülkemizde giderek yaygınlaşan Batı karşıtı söylemin, hem yurt içinde, hem de yurt dışında belirgin bir huzursuzluk yarattığına dair gözlemimi de, sizlerle paylaşmak istiyorum. Birçok ülkenin, Türkiye’ye düşman olduğu söylemi ve başta Batı dünyası olmak üzere çevremizdeki ülkelere yönelik kullanılan sert üslup, Türkiye’nin uluslararası toplum nazarında sözünün ağırlığını azaltıyor.

60 yılı aşkın süredir, üyesi olduğumuz ve çıkmayı da kimsenin önermediği, batı ittifakı içinde, Soğuk Savaş dahil her dönemde, ciddi sürtüşmeler ve çıkar çatışmalarının yaşandığına şahit olduk. Son dönemde, Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin, iletişimin mahremiyetini hiçe sayarak bilgi toplaması, Avrupa’da ve özellikle Almanya’da, yalnızca tepki değil bir infial yarattı. Ancak, o konuda ortaya çıkan ciddi gerginlik, müttefiklerin yakın işbirliğini sürdürmelerini engellemiyor. İncitici, dışlayıcı söylemlerin, siyasi iklime hakim olmasına rastlanmıyor. Bu yaklaşımı, bu tutumu iyi anlamamız gerekir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden beri, ve Cumhuriyet ile birlikte benimsediğimiz modernleşme hedefinde referans olarak kabul ettiğimiz Batının bir başka önemli özelliği ise, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve tüm inançlara saygılı laik yönetim anlayışını benimsemiş olmasıdır. Bireysel özgürlüklerin korunduğu, yargı bağımsızlığını gözeten, hukuk devleti anlayışının hakim olduğu ortam, aynı zamanda ekonomik refahın da sağlanabilmesi için gereken ortamdır. Özünde, “Türkiye – AB Katılım Ortaklığı” belgesi uyarınca, uymayı taahhüt ettiğimiz, Kopenhag siyasi kriterlerinin içeriği de bundan ibarettir. Bunlardan uzaklaşmak Türkiye açısından bir çıkmaz yola girmek demektir.


Değerli Üyeler,

Türkiye’nin içine en çok kapandığı bir dönemde, 1997 yılında kamuoyuyla paylaştığımız ve demokratikleşme konusunda en önemli referans kaynaklarından birisi sayılan, “Türkiye’de Demokrasi Perspektifleri” raporumuzdan beri, bahsetmiş olduğum bu ilkeleri ve sivil siyasetin üstünlüğünü ön plana çıkartan bir tavrı benimsedik.

Türkiye’nin, mazeretler arkasına sığınmadan demokratikleşmesini, hukukun üstünlüğünün sağlanmasını ve yargı bağımsızlığını her platformda savunduk. Kürt meselesinin çözümünden yana tavır aldık. Önerilerimizi, gereken zamanlarda kamuoyu ve siyaset kurumuyla paylaştık.


Değerli Konuklar,

Kürt meselesinde, hükümetin başlattığı çözüm sürecine başından beri destek olduk. Cizre’de gerçekleşen yatırım zirvesiyle, bu konunun ekonomik boyutunda, üzerimize düşen sorumluluğu alacağımız mesajını, en açık ve yalın bir şekilde verdik. Çözüm sürecinin, başarısızlığa uğramaması için gerekli tüm çabaların gösterilmesinden yana tavır aldık.

Yaklaşık 10 aydır, ülke sathında şiddetin ve terörün durması, toplumun tüm kesimleri tarafından memnuniyetle karşılanmaktadır ve bu durum, sürecin başarılı bir evresi olarak görülmelidir. Bu huzur ortamını kalıcı kılacak olan en önemli unsurlardan birisi gündemdeki yeni demokratikleşme paketidir. Paketin üç amaca hizmet etmesini bekliyoruz.

1.    Şiddet ve terörden arındırılmış olan ortamı ve toplumsal huzuru kalıcı hale getirecek siyasi adımların atılması
2.    Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda geriye gidildiğine dair son dönemlerde gözlenen ve yaygınlaşan izlenimlerin ortadan kaldırılması ve güven ortamının arttırılması
3.    AB süreci ve çözüm sürecinin gereklerine uygun bireyi esas alan özgürlükçü bir Anayasa hazırlama çalışmalarına ivme kazandırılması

Esasen bu paket, Kopenhag Siyasi Kriterlerinin yasalarla karşılanabilecek tüm eksikliklerini tamamlamak için çok önemli bir fırsattır. Bu önemli fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek AB sürecinde Türkiye’nin elini olağanüstü şekilde kuvvetlendirecektir.   


Değerli Üyeler,

Demokratikleşme paketinden bahsederken, unutulmasına izin vermek istemediğimiz bir büyük acıya, bir büyük soruna da değinmek istiyorum. Türkiye'nin bazıları kırk yılını aşmış, uzun bir faili meçhul veya aydınlatılmamış siyasi suikastler ve kıyımlar listesi var. Yıllardır gerçekler ortada yok. Hrant Dink’in ailesinin umutsuzluk haykırışlarına duyarsız kalmak mümkün değil. Türkiye'nin demokratikleşme paketini, yeni anayasayı, Kürt sorununun çözümünü konuştuğu bir dönemde, karanlıkta kalan bu acı olayları aydınlığa kavuşturarak, bu ağır yükten de kurtulması gerektiğini, bir kez daha belirtmek isteriz.

Türkiye, 2000'li yılların başından bu yana, sistemini özgürleştirmek, sivilleştirmek, demokratikleştirmek yönünde ciddi adımlar attı. Ekonomisini, reformcu bir ruhla ve disiplinle yönetti.  Refah düzeyinde kayda değer gelişmeler sağlandı. Uluslararası siyasette itibar ve ağırlığımız arttı. Sonuç olarak, bu dönemin kazanımları, Türkiye’nin örnek bir ülke olarak görülmesini sağladı.

Dünyanın hızla geliştiği ve yeniden yapılandığı bu dönemde, bu kazanımlarımızı güçlendirmeye ihtiyacımız var. Bu kazanımlarımızdan geriye gitmek, hepimize haksızlık olacaktır. Toplumu yoran, ayrışma ve kutuplaşma kaygıları yaratan sert söylem ve gerginliklerden kaçınmalı, Cumhuriyetimizin 100. Yıl hedeflerine kilitlenerek, uzlaşma ve özveri içinde çalışabilmeliyiz. Hiç şüphe yok ki, TÜSİAD Türkiye’nin yeni reformlara ve güçlü bir atılıma imza atabilmesi için gereken en geniş desteği, üyeleriyle birlikte sunmaya devam edecektir.  

Değerli konuklar, beni dinlediğiniz ve güçlü katılımınızla yüreklendirdiğiniz için sizlere teşekkür ediyor, verimli bir istişare ortamı olmasını dilediğimiz bu Yüksek İstişare Konseyi Toplantısına ve düşüncelerimize ışık tutmasını beklediğimiz konuk uzman konuşmacılarımıza başarılar diliyorum.