TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner'in Paris Boğaziçi Enstitüsü (Institut du Bosphore) Semineri Açılış Konuşması

Değerli Konuklar,

TÜSİAD Yönetim Kurulu adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Institut du Bosphore’un dördüncü Senelik Seminerinde Fransa’dan ve Türkiye’den katılan tüm konuklara teşekkürlerimizi sunuyorum.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde özellikle Fransa ile Türkiye arasındaki karşılıklı kültürel, entelektüel ve ekonomik etkileşimi artırmak amacıyla kurulan bu Enstitü’ye özel bir anlam atfetmekteyiz. Bilindiği üzere, AB’nin genişleme sürecine dinamizm sağlayan yegane boyut sivil toplum diyalogu olmuştur. Bu boyut sadece halkla ilişkiler değil aynı zamanda kanaat önderleri ve karar vericilere yönelik çalışmaları da içermektedir. TÜSİAD da AB sürecinin öncü sivil aktörü olarak bu dinamiğe kayıtsız kalınamayacağından hareketle, yurtdışı iletişim çalışmaları kapsamında, üç yıl önce Türk-Fransız ortak girişimiyle Institut du Bosphore’u kurdu. Enstitü, üç yıllık kısa geçmişine rağmen Fransa’da önemli bir boşluğu doldurmayı başarmış, Türkiye-Fransa ve AB bağlantılı konuların her yönüyle ele alındığı, Türkiye’ye yönelik algıların yapıcı bir yaklaşım ile dile getirildiği bir ortam sağlamıştır.

Değerli konuklar,

Türkiye’nin hem batısı, hem de güneyi zorlu bir dönemden geçiyor. Türkiye’nin ana ticaret partneri Avrupa Birliği devlet borçları krizinden kurtulmaya uğraşırken, Birlik 21. Yüzyıldaki kurumsal yeniden yapılanmasını oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin Orta Doğu’daki komşuları, baskıcı rejimlerini değiştirerek demokrasi ve hukuk devleti oluşturma gayreti içindeyken bir yandan da yaşanan çalkantılı ortamın getirdiği siyasal ve sosyal istikrarsızlıklarla karşı karşıyalar. Bütün bu kargaşanın ortasındaki Türkiye ise ekonomik büyüme, siyasal istikrar ve demokrasiyi biraraya getirmeye çalışıyor.

Bugün Euro Bölgesindeki borç sorununun ekonomik olduğu kadar siyasal bir nitelik de taşıdığını biliyoruz. Ekonomik gelişmeler Avrupa’nın daha derine inen bir birliğe ve daha etkin bir yönetişime ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Avrupa aynı zamanda ekonomik kültür açısından da bir reforma, daha yenilikçi, daha esnek ve daha verimli bir sisteme ihtiyaç duyuyor.

Euro Bölgesindeki kriz değişik faktörlerle ilişkili. Bunlar arasında önceki genişleme döneminden kalma eşitsizlikleri dengeleme gerekliliği, sosyal refah sistemlerini tehdit edecek ölçüde demografik dinamizmden yoksunluk, emek verimliliği ve rekabet gücü açısından farklı düzeylerin bulunması gibi unsurları sayabiliriz.

Avrupa ülkeleri bu sorunların farkında; siyasi kararlılığın güçleniyor görünmesi de nispeten iyiye işaret olarak alınabilir. Euro’ya güven duyulmasını sağlayacak tek etken bu siyasal kararlılıktır. Bu konuda özellikle Fransa’nın son dönemlerde gösterdiği çabaların krizden çıkış yönündeki kurumsal yeniden yapılanma sürecine ivme kazandırdığını memnuniyetle gözlemledik.

Türkiye olarak, AB’nin, giderek daha fazla önem kazanan bir Türkiye ile nasıl etkili bir birlik oluşturacağını düşünmemiz gerekiyor. Tökezleyen üyelik sürecinin yarattığı olumsuz duygularla başa çıkmanın yollarını bulmamız gerekiyor.

Değerli Konuklar,

Türkiye’nin AB üyeliği, Türk iş dünyası için hala öncelikli bir konudur. 1996’dan bu yana süren gümrük birliği ve süregiden yasal uyum süreci temelinde, Türkiye bugün esas itibariyle Avrupa tek pazarının bir parçasıdır. Ticaret, yatırım, turizm, teknoloji, sosyal programlar, imalat sanayi, hizmet sektörü ve günlük hayat standartlarımız açısından AB bir ağırlık merkezidir. AB politikaları ve düzenlemeleri Türkiye’de zaten büyük ölçüde benimsenmiş ve uygulanmakta olduğuna göre, AB’nin dışında kalmak demek uygulamakta olduğumuz politikaların karar mekanizmasının dışında kalmak demektir. AB’nin politika üretme sisteminin bir parçası olmamak Türkiye’nin çıkarlarına uygun değildir.

AB’nin Türkiye’yi başarıyla içine alarak genişlemesinin iki önkoşulu bulunuyor. Türkiye’nin demokratik ve ekonomik AB kriterlerini yerine getirmesi bu önkoşulların ilkidir. Türk iş dünyası, Türkiye’nin reform gündeminin ve bu hedefe ilerleyişinin arkasındaki yönlendirici ve sürükleyici güçlerden biri olmuştur. İkinci önkoşul ise Türkiye’yi başarıyla içine alarak genişlemenin getireceği katkıyı tartmak açısından AB’nin daha akılcı bir küresel vizyonu benimsemesidir. Bu durum, Avrupa değerlerinin, küresel yumuşak gücün ve ekonomik rekabetçiliğin bir zaferi olacaktır.

AB, yumuşak gücündeki ve çekiciliğindeki aşınma üzerine kafa yormalıdır. Genişlemeyi ve ortak politikalar geliştirecek eşgüdümü başaramayan, içine kapanan bir AB’nin yumuşak gücü de, bölgedeki etkisi de kuşkusuz azalacak, istikrarsız bir çevrenin ve rekabetçi bir dünya ekonomisinin karşısında önemini yitirebilecektir. Bu yüzden AB Türkiye ile ileriye dönük işbirliğini derhal güçlendirmelidir diye düşünüyoruz.

Krizden çıkış, bütçe ve maliye dayanışması da dahil olmak üzere, Avrupa içi bütünleşmenin derinleştirilmesi ile genişleme politikalarının optimum bir bileşimini gerektiriyor.

Ulusal pazarların ve ekonomilerin bütünleştirilmesi ve başarılı bir parasal birlik pratiği, zorunlu olarak mali uyumlulaşmaya, hatta bir anayasaya dayalı siyasal birliğe doğru gidecektir. Bu açıdan, AB’nin yönlendirici gücü olarak Almanya dayanışma yönünden sorumluluğunu üstlenmeli, güney ekonomileri ise istikrar yönünden üzerlerine düşeni yapmalı, böylece AB’nin  ABD ve yükselen Çin karşısında daha rekabetçi hale gelmesini ve dünya politikasındaki yumuşak gücünü korumasını sağlamalıdır.

Fransa’ya gelince 2012 yılındaki seçimler sonrasında oluşan yeni yönetimin bir önceki dönemde anlamsızca ve öngörüsüzce uygulanan müzakereleri blokaj politikasından vazgeçmesinin elzem olduğunu düşünüyoruz. Bu Haziran ayında AB üyesi 16 ülkenin dışişleri bakanının Türkiye’nin AB’ye katılım sürecine yeni bir ivme kazandırılmasının her iki tarafın da çıkarına olduğuna dair umut verici ortak açıklamasına Fransa Dışişleri Bakanı’nın katılmamış olmasını ciddi bir eksiklik olarak değerlendiriyoruz.

2012 yılı Nobel barış ödülünün AB’ye verilmiş olması AB’nin bugünkü tıkanışına yol açan son dönem ufuksuzluğundan dolayı değil, yüzyıllar boyunca çıkar çatışmaları yüzünden savaşlarla harap olmuş bir kıtayı bir barış adası haline getiren ileri görüşlü perspektiften dolayıdır. Ayrıca ülke ve bölgeler arasında yaratılan sosyal uyum ve uzlaşının da etkisi göz ardı edilemez. Nobel’in AB’ye veriliş gerekçesi, Birliğin önümüzdeki dönemki politikalarına yön verici olmalıdır.

Türkiye açısından ise, Orta Doğu ve Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerimiz Avrupa bağlamı içinde de büyük önem taşıyor: Türkiye, Avrasya ülkeleriyle ekonomik bağlarını güçlendirdiği ölçüde, AB ile ilişkilerinde daha kuvvetli bir hale geliyor. Avrupa perspektifi ön plana çıktıkça bölgesinde daha etkili bir partner haline geliyor. Bu yüzden Türkiye’nin bölgesinde yükselen siyasal ve ekonomik profilinin AB çıpasından bağımsız okunması son derece isabetsiz bir bakış olacaktır.

Sayın Konuklar,
Türkiye'nin dünya sahnesinde ön saflarda bir oyuncu olması ve AB'ye üyelik sürecinin sağlam temeller üzerinde ilerleyebilmesine destek olmak için siyasi, ekonomik, jeostratejik çıkarları Türkiye ile birbirine böylesine yakın olan ve Avrupa Birliği'nde ağırlıklı söz sahibi olan Fransa ile gelecek vizyonlarımızı yakınlaştırmak toplumlar arasında güven ve anlayışı geliştirmek Institut du Bosphore’un başlıca öncelikleri arasındadır.

Institut du Bosphore’un, konuşmamda çerçevesini çizmeye çalıştığım Avrupa’nın güncel sorunları ve ekonomik kriz sonrası yakın gelecekte alacağı yapıya yönelik tartışmalara bu ve benzeri etkinlikler aracılığı ile değerli katkılar sağlayacağına inanıyoruz. Zaman içinde Türkiye’nin Avrupa’nın sadece “yanı başında” değil “içindeki” konumu öncelikle entelektüel düzeyde olmak üzere Fransız ve tüm Avrupalı kamuoylarının yadırgamayacağı bir biçimde zihinlerimizin bir parçası olacaktır.

Hepinize teşekkür ederim.